İş hukukunda, iş ilişkisinin belirli veya belirsiz süreli olarak yapılabileceği bilinmektedir. Belirli süreli iş sözleşmesi, tarafların belirli bir süre için iradelerini birleştirmesiyle kurulan sözleşme türüdür. Öte yandan, belirsiz süreli iş sözleşmesi, iş ilişkisinin süreye bağlı olmadığı ve işveren ile işçi arasında herhangi bir süre sınırlamasının bulunmadığı sözleşme türüdür. | Öğretmen Kıdem Tazminatı
4857 sayılı İş Kanunu’na göre, işçinin kıdem tazminatına hak kazanabilmesi için iş sözleşmesinin varlığı, en az 1 yıllık çalışma şartı ve tazminata hak kazanacak şekilde fesih ya da iş sözleşmesinin sona ermesi gerekmektedir. Belirli süreli iş sözleşmelerinde ise işçi, sürenin bitiminde otomatik olarak kıdem tazminatı hakkı elde etmez. Ancak, işverenin belirli süreli iş sözleşmesini yenilememe iradesini ortaya koyması durumunda, işçinin kıdem tazminatına hak kazanma koşulları araştırılmalıdır.
Özel öğretim kurumları, 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu tarafından düzenlenmektedir. Kanuna göre, özel öğretim kurumlarında çalışan yönetici, öğretmen, uzman öğretici ve usta öğreticiler ile kurucu veya kurucu temsilcisi arasında yapılan iş sözleşmeleri en az bir takvim yılı süreli olmak zorundadır. Bu durumda, belirli süreli iş sözleşmeleri özel öğretim kurumlarında yaygın olarak kullanılan bir uygulamadır.
Belirli süreli iş sözleşmesinin sona ermesi durumunda, işçinin kıdem tazminatı hakkı, İş Kanunu’nun 14. maddesi uyarınca değerlendirilmelidir. Söz konusu maddeye göre, belirli süreli iş sözleşmelerinin süresi sona erdiğinde işçiye kıdem tazminatı ödenmez. Ancak, işveren belirli süreli iş sözleşmesini yenilememe kararı alırsa ve işçi 1 yıldan fazla süreyle aynı işverende çalışmışsa, işçi kıdem tazminatına hak kazanabilir.
Bu durumda, davacının belirli süreli iş sözleşmesi süresi sona erdiği için iş sözleşmesinin kendiliğinden sona erdiği savunması dikkate alınmalıdır. Ancak, davacının aynı işverenle 1 yıldan fazla süreyle çalışmış olması halinde kıdem tazminatı talebi değerlendirilmelidir.
HGK., E. 2015/922 K. 2017/316 T. 22.2.2017
Taraflar arasındaki “işçilik alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kütahya İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 06.11.2012 gün ve 2011/501 E.- 2012/710 K. sayılı kararın temyizen incelenmesinin davalı şirket vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin 04.02.2013 gün ve 2013/71 E.- 2013/1642 K. sayılı kararı ile;
“…Davacı vekili, taraflar arasındaki hizmet sözleşmesinin davalı işverence haksız olarak feshedildiğini belirterek kıdem tazminatının hüküm altına alınmasını talep etmiştir.
Davalı vekili, iş sözleşmesinin davalı tarafından feshinin söz konusu olmadığını, taraflar arasındaki sözleşmenin süreli sözleşme olması sebebiyle süre sonunda sözleşmenin kendiliğinden sona erdiğini, bu sebeple davanın kıdem tazminatına hak kazanamayacağını beyanla davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece taraflar arasında belirli süreli iş sözleşmesi bulunduğu, sözleşmenin takip eden dönemde haklı bir sebep olmaksızın yenilenmediği bu sebeple davacının kıdem tazminatına hak kazanacağı gerekçesiyle kabulüne karar verilmiştir.
Kararı davalı taraf temyiz etmiştir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 120. maddesi gereği halen yürürlükte olan 1475 sayılı İş Kanunu’nun 14. maddesinde işçiye hangi hallerde kıdem tazminatı ödeneceği sayılmıştır. Bu hüküm, mutlak emredici olup, yorum yoluyla genişletilemez.
Somut olayda, davacı, taraflar arasında imzalanan sözleşme içeriğine göre davalı bünyesinde belirli süreli iş sözleşmesi ile çalışmıştır. Süre sonunda işverence herhangi bir bildirim yapılmaksızın iş sözleşmesi kendiliğinden sona ermiş olmakla davacı kıdem tazminatına hak kazanamaz. Mahkemece davanın reddi yerine kabulüne karar verilmesi hatalıdır…”
gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kıdem tazminatı alacağının tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili müvekkilinin davalı şirkete ait özel okulda 01.09.2006 tarihi itibariyle Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya başladığını, iş sözleşmesinin 05.09.2011 tarihinde ihbar önellerine uyulmaksızın, haklı ya da geçerli bir neden de gösterilmeksizin kıdem tazminatı ödenmeden feshedildiğini ileri sürerek kıdem tazminatı alacağının davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı şirket vekili davacının belirli süreli hizmet sözleşmesi ile davalı işyerinde çalıştığını ve sözleşme süresinin sona ermesi nedeniyle iş sözleşmesinin kendiliğinden sonlandığını, bu nedenle kıdem tazminatı talep koşullarının oluşmayacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece davacının davalı işyerinde belirli süreli hizmet sözleşmesi ile çalışmakta iken sözleşmenin yeni dönem için haklı bir neden olmaksızın davalı yanca yenilenmediği ve yenilememede davalı işverenin haklı nedenlerinin varlığını kanıtlayamadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece yukarıda başlık kısmında yazılı gerekçe ile bozulmuştur.
Yerel Mahkeme, “…somut olayda çözümü gereken husus belirli süreli iş sözleşmelerinde, süre sonunda kendiliğinden sona eren iş sözleşmesi neticesi kıdem tazminatına hak kazanılıp kazanılmayacağı noktasında toplanmaktadır. Kıdem tazminatına hak kazanmanın koşulları, iş sözleşmesinin varlığı, en az 1 yıllık çalışma şartı, tazminata hak kazanacak şekilde fesih ya da iş sözleşmesinin sona ermesidir. İş hukukunun temel prensibi sözleşmelerin belirsiz süreli olmasıdır. İstisnai olarak veya kanunla düzenlenmiş olması halinde belirli süreli olabilir. 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu daha sonra değişikliğe uğramış ve 5580 sayılı Kanunda, düzenlenecek olan sözleşmenin belirli süreli olacağı belirtilmiştir. Ancak kanundaki düzenleme eğitim hizmetlerinin aksamaması amacına yöneliktir. Eğitim ve öğretim hizmeti veren öğretmenlerin yapmış olduğu hizmet ve bu gaye ile düzenlenen iş akdi, belirli bir işin yapılmasıyla sona erecek nitelikte değildir. İş hukukunun işçiyi koruma amacı ve kıdem tazminatının işçinin yıpranmasının ve geçmiş emeklerinin karşılığı düzenlenmiş bir kurum olması dikkate alındığında belirli, belirsiz süreli sözleşme düzenlenmesine göre bir farklılık yaratılması mümkün değildir. Belirli süreli iş sözleşmesinin işçi tarafından yenilenmeyeceğinin bildirilmesi halinde kıdem tazminatına hak kazanılamayacaktır. İşveren tarafından yenilenmeyeceğinin bildirilmesi veya 4857 sayılı yasanın 25/2 bendinde gösterilen sebepler dışında fesih halinde ise kıdem tazminatına hak kazanılacaktır.” gerekçesiyle önceki kararda direnmiştir.
Direnme kararını davalı Şirket vekili temyiz etmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık yasal zorunluluk nedeniyle sözleşmesi bir yıl üzerinden akdedilen, belirli süreli hizmet sözleşmesi ile öğretmen olarak çalışan ve süre sonunda sözleşmesi yenilenmeyen davacının kıdem tazminatına hak kazanıp kazanmadığı noktasında toplanmaktadır.
818 sayılı Borçlar Kanununun (mülga) 338. maddesinde, “Hizmet akdi, muayyen bir müddet için yapılmış yahut böyle bir müddet işin maksut olan gayesinden anlaşılmakta bulunmuş ise, hilafı mukavele edilmiş olmadıkça feshi ihbara hacet olmaksızın bu müddetin müruriyle, akit nihayet bulur” kuralı mevcuttur. Anılan hükme göre, belirli süreli hizmet sözleşmesinin kurulması için, tarafların belirli süreli iş sözleşmesi yapma konusunda iradelerinin birleşmesi yeterlidir.
Belirli ve belirsiz süreli hizmet sözleşmesine ilişkin düzenlemenin bulunduğu 4857 sayılı İş Kanununun 11. maddesindeki, “İş ilişkisinin bir süreye bağlı olarak yapılmadığı halde sözleşme belirsiz süreli sayılır. Belirli süreli işlerde veya belli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak işveren ile işçi arasında yazılı şekilde yapılan iş sözleşmesi belirli süreli iş sözleşmesidir. Belirli süreli iş sözleşmesi, esaslı bir neden olmadıkça, birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamaz. Aksi halde iş sözleşmesi başlangıçtan itibaren belirsiz süreli kabul edilir. Esaslı nedene dayalı zincirleme iş sözleşmeleri, belirli süreli olma özelliğini korurlar” şeklinde düzenleme ile bu konudaki esaslar belirlenmiştir. Borçlar Kanunundaki düzenlemenin aksine, iş ilişkisinin süreye bağlı olarak yapılmadığı hallerde sözleşmenin belirsiz süreli sayılacağı vurgulanarak, ana kuralın belirsiz süreli sözleşme olduğu kabul edilmiştir.
İş sözleşmesinin süresinin kanunla belirlenmesi halinde, Kanunda belirtilen süreye uygun olarak yapılan sözleşmelerin belirli süreli olmasının yasal bir zorunluluktan kaynaklanması nedeniyle bu sözleşmelerde objektif nedenin varlığı aranmayıp, sözleşmenin zincirleme olarak birden fazla yapılması halinde de belirsiz süreli sözleşmeye dönüşmesi söz konusu değildir.
Bilindiği üzere, özel öğretim kurumları, 08.06.1965 tarih ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununu yürürlükten kaldıran 08.02.2007 tarih ve 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu ile düzenlenmektedir.
5580 sayılı Kanunun 9. maddesi uyarınca özel öğretim kurumlarında çalışan yönetici, öğretmen, uzman öğretici ve usta öğreticiler ile kurucu veya kurucu temsilcisi arasında yapılacak iş sözleşmelerinin en az bir takvim yılı süreli ve yazılı olması gerekmektedir. Yapılan iş sözleşmesinde görevin, türü, süresi, ders sayısı, aylık ücret veya ders saati başına verilecek ücret miktarı, terfi süreleri, zam oranları, sözleşmenin uzatılması, feshi şartlarının belirtilmesi gerektiği gibi mevzuata aykırı olmamak kaydıyla sözleşmeye isteğe bağlı özel şart ve hükümler konulması da mümkündür.
Halen yürürlükte olan ve kıdem tazminatını düzenleyen 1475 sayılı İş Kanununun 14. maddesinde “Bu Kanuna tabi işçilerin hizmet akitlerinin…” cümlesi ile iş sözleşmesinin belirli ya da belirsiz süreli olmasının kıdem tazminatına hak kazanma açısından önemli olmadığı belirtilmiştir. Burada önemli olan fesih iradesinin kim tarafından ortaya konulduğu ve kıdem tazminatına hak kazanma koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğidir. Örneğin belirli süreli iş sözleşmesini 4857 sayılı İş Kanununun 24. maddesi uyarınca haklı nedenle fesheden işçi bir yıllık kıdem koşulu gerçekleştiği takdirde kıdem tazminatına hak kazanacaktır. Elbette kural olarak belirli süreli iş sözleşmesi kararlaştırılmış ve süre sonunda taraflardan herhangi biri fesih iradesini ortaya koymamış ise iş sözleşmesinin kendiliğinden sona ereceği açıktır. Ancak belirli süreli iş sözleşmesinin sona ermesinden önce taraflardan biri yenilememe iradesini ortaya koymuş ise burada yenilemeyen tarafın iradesine göre kıdem tazminatına hak kazanılıp kazanılamayacağı araştırılmalıdır. İşveren yenilememe iradesini göstermiş ve haklı nedene dayanmıyor ise bir yıllık kıdem koşulu gerçekleştiği takdirde kıdem tazminatı ödenmelidir.
Hizmet ilişkisine İşveren Tarafından Son Verilmesi Hakkında 158 sayılı Uluslararası Çalışma Sözleşmesine göre; bu sözleşmenin koruyucu hükümlerinden kaçınmak amacıyla belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasına karşı yeterli güvenceler alınması gerektiği vurgulanmıştır (m 2/3). Bu nedenle gerek 158 sayılı İLO Sözleşmesi, gerekse iş hukukuna egemen olan “işçi lehine yorum” ilkesi gözetildiğinde, kanun gereği belirli süreli kabul edilen sözleşmeyi, haklı bir neden olmaksızın yenilememe iradesini gösteren işverenin koşulların var olması halinde sona eren sözleşme nedeniyle kıdem tazminatından sorumlu olduğunun kabulü gerekir.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde, davacının çalıştığı iş yerinde halen görev yapan müdür yardımcısının, henüz sözleşme devam ederken 2011 yılı Ağustos ayında davacının sözleşmesinin yenilenmeyeceğini beyan ettiği ve 2011 Eylül döneminde okula yeni bir Türkçe öğretmeni alındığı konusundaki tanık beyanları, davacının davalıya çekmiş olduğu ihtarname ve Kütahya Bölge Çalışma Müdürlüğüne yapmış olduğu başvuru birlikte değerlendirildiğinde, davacının birer yıllık belirli süreli sözleşmeler ile 2006 yılından bu yana Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya devam ettiği ve her yıl sözleşmesinin yenilendiği, 2011 yılında ise davacının, sözleşmesinin yenilenmesini beklemesine rağmen davalı işveren tarafından herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin sözleşmenin yenilenmemiş olması nedeniyle davacının kıdem tazminatına hak kazandığı kabul edilmelidir. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 26.11.2014 gün, 2013/22-1443 E.-2014/958 K. sayılı kararında da aynı türde uyuşmazlıkla ilgili olarak davacının iş sözleşmesinin sürenin sonunda işverence haklı bir neden gösterilmeksizin yenilenmemesi nedeniyle kıdem tazminatı taleplerinin kabulünün gerekeceği kabul edilmiştir.
Hal böyle olunca tarafların karşılıklı iddia ve savunmaları, dosyadaki tutanak ve kanıtlar, mahkeme kararında açıklanan gerektirici nedenler gözetildiğinde, yerel mahkemenin davalı işyerinde belirli süreli sürekli iş sözleşmesi ile çalışan davacının, iş sözleşmesinin yeni dönem için haklı bir neden olmaksızın davalı tarafça yenilenmediği, bu itibarla somut olayda davacının kıdem tazminatı talep koşullarının gerçekleştiği gerekçesi ile davanın kabulüne karar vermesinde bir isabetsizlik bulunmadığından, usul ve yasaya uygun direnme kararının onanması gerekir.
S O N U Ç: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı şirket vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile temyiz olunan direnme kararının ONANMASINA, aşağıda dökümü yazılı (492,71 TL) harcın temyiz edenden alınmasına, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 22.02.2017 gününde oybirliği ile karar verildi.
Karar Özeti: Hukuk Genel Kurulu tarafından incelenen ve direnme kararının temyiz edildiği bu davada, davalı şirkete ait özel bir okulda Türkçe öğretmeni olarak çalışan davacının kıdem tazminatı alacağının tahsili istemiyle dava açtığı görülmektedir. Davacı, iş sözleşmesinin ihbar süresine uyulmaksızın ve haklı bir neden gösterilmeden feshedildiğini ileri sürerek kıdem tazminatının davalıdan tahsilini talep etmektedir. Davalı ise sözleşmenin belirli süreli olduğunu ve sözleşmenin süresi sona erdiği için iş sözleşmesinin kendiliğinden sona erdiğini savunmaktadır.
Mahkeme, davacının belirli süreli iş sözleşmesinin yenilenmemesi durumunda kıdem tazminatı hakkı olup olmadığını belirlemek üzere davayı inceler. Davacının iş sözleşmesinin süresi sona erdiği ve yenilenmediği kesinleşirse, işçinin kıdem tazminatı talebi reddedilebilir. Ancak, davacının işveren tarafından iş sözleşmesinin feshedildiğini kanıtlaması durumunda kıdem tazminatı talebi kabul edilebilir.
Bu nedenle, davacının iş sözleşmesinin feshedildiğini kanıtlaması halinde ve 1 yıldan fazla süreyle aynı işverende çalışmış olması durumunda kıdem tazminatı talebinin değerlendirilmesi gerekmektedir. Mahkeme, tarafların sunacağı delilleri ve kanıtları dikkate alarak bu konuda bir karar verecektir.
Belirtmek gerekir ki, hukuki süreçler davaya bakan mahkemenin yetkisi ve delil durumuna göre farklılık gösterebilir. Bu nedenle, somut bir dava için kesin bir sonuç elde etmek için dava dosyasının incelenmesi ve mahkeme kararının beklenmesi gerekmektedir.
Davalarınızda uzman iş avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan İş Avukatı | Ankara İşçi Davaları
Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.
İş hukuku kapsamında, işverenler tarafından geçerli olmayan ve keyfi olarak yapılan fesih işlemlerine karşı işçiler sıkça işe iade davası veya işe geri dönüş davası olarak da bilinen dava yoluna başvurmaktadır. | İşe İade Davası
İş Kanunu, belirli şartlar dahilinde iş sözleşmesi haksız olarak feshedilen işçilere işe iade davası açma hakkı tanımaktadır. İş Kanunu’nun 18/1. maddesi şu şekildedir:
‘’Otuz veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde en az altı aylık kıdemi olan işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesini fesheden işveren, işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanmak zorundadır. (Ek cümle: 6552 – 10.9.2014 / m.2) “Yer altı işlerinde çalışan işçilerde kıdem şartı aranmaz.”
İşe iade davasını açabilmek için aşağıdaki şartlar bulunmalıdır:
İşe iade davası fesih bildiriminin işçiye tebliğ edildiği tarihten itibaren 1 ay içerisinde açılmalıdır. Fesih bildirimi yazılı olarak yapılmalı ve fesih nedenleri açık bir şekilde belirtilmelidir. İşçinin savunmasının alınması ve fesih nedeninin somut olarak ispatlanması gerekmektedir.
İşe iade davalarında görevli mahkeme İş Mahkemesidir. Dolayısıyla davanın iş mahkemesinde açılması gerekmektedir. Eğer ki davanız görevli mahkemede açılmazsa davanız reddedilecektir.
7036 sayılı yeni İş Mahkemeleri Kanunu (İşMK) ile Türk Hukuku’nda iş davaları bakımından zorunlu arabuluculuk kabul edilmiş, İş Mahkemeleri Kanunu’nun 3. maddesi ile bu konuda oldukça ayrıntılı bir düzenleme yapılmıştır. İş uyuşmazlıklarının tümü için değil, belirli iş uyuşmazlıkları için zorunlu arabuluculuk söz konusudur. Bunların içinde işe iade talepleri de yer almaktadır. Yeni İş Mahkemeleri Kanunu, 4857 sayılı İş Kanunu’nda da (İşK) değişiklik yapmıştır. Bu değişiklikler kapsamında işe iade talepleri ve davaları da yer almaktadır.
İşe iade davasının sonucunda, fesih geçersiz kabul edilirse işçinin işe iadesine ve işçiye tazminat ödenmesine karar verilir. İşveren, işçiyi işe başlatmak zorunda olup başlatmaması durumunda işçiye tazminat ve iş güvencesi tazminatı ödemekle yükümlüdür.
İşverence geçerli sebep gösterilmediği veya gösterilen sebebin geçerli olmadığı mahkemece veya özel hakem tarafından tespit edilerek feshin geçersizliğine karar verildiğinde işveren, işçiyi bir ay içinde işe başlatmak zorundadır. İşçiyi başvurusu üzerine işveren bir ay içinde işe başlatmaz ise işçiye en az dört aylık ve en çok sekiz aylık ücreti tutarında tazminat ödemekle yükümlü olur. Mahkeme veya özel hakem feshin geçersizliğine karar verdiğinde işçinin işe başlatılmaması halinde ödenecek tazminat miktarını da belirler. Kararın kesinleşmesine kadar çalıştırılmadığı süre için işçiye en çok dört aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer hakları ödenir.
Davalarınızda uzman iş avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan İş Avukatı | Ankara İşçi Davaları
Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.
COVID-19 salgınına ilişkin idari para cezalarıyla ilgili olarak alınan bir Anayasa Mahkemesi kararı incelenmiştir. Kararda, 7420 sayılı Kanun’un geçici 4. maddesinde yer alan bir kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu belirtilmektedir. Covid-19 Para Cezası İadesi | Covid-19 Tedbirleri Kaynaklı Para Cezasının İadesi | Maske Cezası İptali | Pandemi Para Cezası İadesi | Maske Cezası İadesi
Söz konusu kural, COVID-19 salgınıyla mücadele kapsamında uygulanan idari para cezalarının tebliğ edilmeyeceğini ve tahsil edilen cezaların iade edilmeyeceğini öngörmektedir. Başvuru kararında ise bu durumun hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik ilkelerine aykırı olduğu ve eşitlik ilkesinin ihlal edildiği savunulmaktadır.
Anayasa Mahkemesi, kanun koyucunun tahsil edilemeyen alacaklar için kolaylaştırıcı tedbirler alabileceğini ve bu konuda takdir yetkisine sahip olduğunu belirtmektedir. Ancak, söz konusu kuralın diğer muhataplarla farklı bir muamele oluşturduğu ve bunun makul bir sebebe dayanmadığı vurgulanmaktadır.
Salgının hızlı yayılmasını önlemek amacıyla alınan tedbirlerin vatandaşların yeterli bilgi sahibi olmamasından kaynaklanan uyum sorunlarını göz önünde bulundurması gerektiği ifade edilmektedir. Bu nedenle, idari para cezası alan kişiler arasında farklılık yaratmanın nesnel ve makul bir sebebe dayanmadığı sonucuna varılmıştır.
Ayrıca, daha önceki bir kararda da sokağa çıkma yasağını ihlal etme fiili özelinde benzer bir durumun Anayasa’ya aykırı olduğu belirtilmiştir.
Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi, söz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğuna karar vermiş ve iptal etmiştir. Bu karar, COVID-19 salgınıyla ilgili idari para cezalarının uygulanmasında adalet ve eşitlik ilkesine uygunluğu önemli ölçüde etkileyecektir.
Covid-19 Kapsamında Tahsil Edilmiş Olan İdari Para Cezalarının İade Edilmemesini Öngören Kuralın Eşitlik İlkesine Aykırı Olduğu Gerekçesiyle İptali
Anayasa Mahkemesi 5/4/2023 tarihinde E.2023/44 numaralı dosyada, 7420 sayılı Gelir Vergisi Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un geçici 4. maddesinin ikinci cümlesinde yer alan “…tahsil edilmiş olan idari para cezaları iade edilmez.” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.
İtiraz Konusu Kural
7420 sayılı Kanun’un geçici 4. maddesinde, COVID-19 salgın hastalığının ülkemizde yayılmasını önlemek amacıyla 11/3/2020 tarihinden itibaren bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar verilen ve 7420 sayılı Kanun’un yayımlandığı tarih itibarıyla ilgilisine tebliğ edilmemiş olan idari para cezalarının tebliğ edilmeyeceği, tebliğ edilmiş olanların tahsilinden vazgeçileceği, bu maddenin yürürlük tarihinden önce işlenen söz konusu kabahatler için idari para cezası verilmeyeceği, tahsil edilmiş olan idari para cezalarının iade edilmeyeceği hükme bağlanmıştır. Anılan maddede yer alan “…tahsil edilmiş olan idari para cezaları iade edilmez.” ibaresi itiraz konusu kuralı oluşturmaktadır.
Başvuru Gerekçesi
Başvuru kararında özetle; idari para cezası düzenlenmesine rağmen henüz tahsil edilmeyen idari para cezalarının tahsilinden vazgeçilirken aynı nedenle tahsil edilmiş olan idari para cezalarının ilgilisine iade edilmemesinin hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik ilkelerine aykırı olduğu, aynı nedenden dolayı haklarında idari yaptırım uygulanan kişilerin farklı muameleye tabi tutulması suretiyle eşitlik ilkesinin ihlal edildiği belirtilerek kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Mahkemenin Değerlendirmesi
COVID-19 salgın hastalığının ülkemizde yayılmasını önlemek amacıyla uygulanan idari para cezalarından tahsil edilmiş olanlar ile tahsil edilmemiş olanlar arasında farklı hüküm öngören kuralın mülkiyet hakkı bağlamında eşitlik ilkesi yönünden incelenmesi gerekmektedir.
Anayasa Mahkemesi, kanun koyucunun yasama yetkisinin genelliği ilkesi gereğince, anayasal ilkelere aykırı olmaması koşuluyla tahsil edemediği alacaklarının tahsilini gerçekleştirmek için birtakım kolaylaştırıcı tedbirler alma veya tahsilinden vazgeçme yolunu seçebileceğini ve bu hususta kamu alacakları arasında sınıflandırmaya gitme ve bu sınıflandırmayı yaparken esas alacağı benzerlik ve farklılıkları belirleme konusunda takdir yetkisine sahip olduğunu kabul etmektedir. Bununla birlikte Mahkeme, itiraz konusu kuralın anayasallık denetimi bakımından anılan kararlardan farklı özellikte olduğu değerlendirmiştir.
Kuralla, COVID-19 salgın hastalığının ülkemizde yayılmasını önlemek amacıyla uygulanan tüm idari para cezalarına ilişkin düzenleme yapılmış olup idari para cezasına tabi tutulan fiiller açısından herhangi bir ayrıma gidilmediği görülmektedir. Bu doğrultuda COVID-19 salgını ile mücadele etmek amacıyla alınan tedbirlere uyulmadığının tespit edildiği durumlara ilişkin olarak 1593 ve 5236 sayılı Kanunlara dayanılarak hakkında idari para cezası uygulananların karşılaştırma yapılmaya müsait olacak şekilde benzer durumda oldukları anlaşılmaktadır. Eşitlik ilkesinin gereği olarak karşılaştırma yapılmaya müsait olacak şekilde benzer durumda olanlar arasından bir kısmı lehine getirilen farklı düzenlemenin ayrıcalık tanınması niteliğinde olmaması için nesnel ve makul bir temele dayanması ve ölçülü olması gerekir.
Bu bağlamda daha önce karşılaşılmayan yeni tip bir virüs olan ve insandan insana temasla bulaşarak kısa sürede yayılabilen COVID-19 virüsünün bulaşıcılığının önlenebilmesi ve hastalığın yayılma hızının düşürülebilmesi için uygulanan tedbirlerin hızlı, yaygın ve etkili bir şekilde alınması nedeniyle pek çok vatandaş konu ile ilgili yeterli bilgisi olmamasından dolayı tedbirlere hemen uyum sağlayamamış ve tedbirlere uyamaması sonucunda idari para cezasına muhatap olmuştur. Bunun yanı sıra vatandaşın konu ile ilgili yeterli bilgisi olmaması nedeniyle getirilen tedbirlere uyamaması durumu, sadece takip ve tahsil işlemlerine başlanılmamış idari para cezalarının muhatapları açısından değil, hakkında uygulanan idari para cezasını ödeyenler için de geçerlidir. Bu nedenle söz konusu durumun salgın hastalığın ülkemizde yayılmasını önlemek amacıyla uygulanan idari para cezalarının muhataplarının farklı muameleye tabi tutulması için nesnel ve makul bir sebep olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Öte yandan söz konusu idari para cezalarının muhataplarının farklı muameleye tabi tutulmasını gerektirecek başkaca nesnel ve makul bir sebep tespit edilememiştir. Bu itibarla kuralla idari para cezalarının muhatapları arasında oluşturulan farklı muamelenin nesnel ve makul bir temele dayanmadığı sonucuna varılmıştır.
Bunun yanı sıra kararda, Anayasa Mahkemesinin Mustafa Karakuş ([GK], B. No: 2020/34781, 17/1/2023) kararı ile sokağa çıkma yasağını ihlal etme fiili özelinde COVID-19 salgın hastalığının ülkemizde yayılmasını önlemek amacıyla 1593 sayılı Kanun uyarınca uygulanan idari para cezalarının Anayasa’nın 38. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen suçta ve cezada kanunilik ilkesini ihlal ettiği sonucuna varıldığı da gözönünde bulundurulmuştur.
Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kuralın Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.
İlgili kararın tamamına ulaşmak için tıklayınız.
Davalarınızda ve başvurularınızda uzman avukattan yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Ankara Avukat | Anayasa Mahkemesi Başvurusu
Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.
Bozma kararı sonrası ıslah yapılabilir mi? Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir kararla ilgili olarak bu soru üzerinde durulmaktadır. Bu makalede, Anayasa Mahkemesi’nin kararının ayrıntıları incelenerek bozma sonrası ıslah yapılabilirlik konusu ele alınacaktır. | Bozmadan Sonra Islah Yapılabilir Mi?
İlgili karara ilişkin somut uyuşmazlıkta, mahkeme kararının gerekçesine dayanak teşkil eden Yargıtay İçtihat Birleştirme Genel Kurulu (YİBGK) kararına değinilmektedir. YİBGK kararında, 1086 sayılı mülga Kanun’un 84. maddesine atıfta bulunularak ıslahın tahkikat ve yargılama safhalarında mümkün olduğu belirtilmektedir. Ancak bozma sonrasında tarafların bu hakkı kullanamayacakları anlaşılmaktadır. 1086 sayılı mülga Kanun ve 6100 sayılı Kanun’un ilgili maddelerinde bozmadan sonra ıslahın olanaklı olup olmadığına dair açık veya örtülü bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak bozmadan sonra ıslah yapılamayacağına dair genel kurallar içtihatlarla belirlenmiştir.
YİBGK kararında da bozmadan sonra ıslah yapılamayacağı yorumu, sadece ilk derece mahkemesindeki bozma kararından önceki yargılama sürecini kapsayacak şekilde sınırlanmıştır. Bozma kararından sonra tahkikata yönelik işlemlerin niteliğiyle ilgili herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır.
Ancak somut olayda, mahkemeler tarafından hükme esas alınan YİBGK kararlarıyla tahkikat aşamasının sadece ilk derece mahkemesinin bozma kararından önceki yargılama süreciyle sınırlı tutulduğu ve bozma kararları sonrasında tahkikat işlemlerinin yapıldığı durumlarda herhangi bir ayrım veya istisna yapılmadığı belirtilmektedir. Bu nedenle mahkemeler, bozma kararından sonra ıslah yapılmasının genel bir kural olarak mümkün olmadığını yorumlamaktadır. Ancak kanun koyucu da 28 Temmuz 2020 tarihli bir kanun değişikliğiyle, ilk derece mahkemesinin tahkikata ilişkin bir işlem yapması durumunda, tahkikat sona erinceye kadar ıslah yapılabilmesini açıkça düzenlemiştir.
Bu bağlamda, bozma kararından sonra tahkikat yapıldığı durumlarda ıslah talebinde bulunulmasının mevzuatta açık bir engel olmamasına rağmen, kategorik bir yaklaşımla her durumda bozma kararından sonra ıslah yapılmasının mümkün olmadığı şeklindeki yorumların öngörülemez olduğu ve anayasal anlamda kanuni bir dayanağa sahip olmadığı sonucuna varılmıştır.
Anayasa Mahkemesi, yukarıda belirtilen gerekçelerle adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
Bozma sonrası ıslah yapılır mı konusu, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir karar üzerinden incelenmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, bozma sonrası ıslah yapılabilirlik konusunda açıklık getirmekte ve mahkemeye erişim hakkının önemini vurgulamaktadır.
Olaylar
Başvurucunun eşi O.B. çalıştığı alışveriş merkezinde çıkan yangın sonucu ölmüştür. Başvurucu, söz konusu olay üzerine fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak kaydıyla maddi ve manevi tazminat talebiyle asliye hukuk mahkemesinde dava açmıştır. Anılan mahkemenin yetkisizlik kararı üzerine dosya 1. Asliye Hukuk Mahkemesi esasına kaydedilmiştir. O.B.nin annesi, babası ve kardeşlerinin 5. Asliye Hukuk Mahkemesinde açtıkları tazminat davası, başvurucunun açtığı tazminat davası ile birleştirilmiştir.
Asliye hukuk mahkemesi, uyuşmazlık konusu olayın 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu kapsamında yer aldığını ve iş kazası niteliğinde olduğunu belirterek mahkemenin görevsizliğine ve dosyanın görevli iş mahkemesine gönderilmesine karar vermiş; bu karar üzerine dosya iş mahkemesine gönderilmiştir. İş mahkemesi, bilirkişi raporunu değerlendirmiş ve maddi zararın kurumca bağlanan gelir ile karşılandığını belirterek maddi tazminat talebinin reddine, manevi tazminat talebinin ise kabulüne karar vermiştir. Temyiz edilen karar, bilirkişi raporları arasında çelişki olduğu gerekçesiyle Yargıtay tarafından bozulmuştur. Mahkeme, bozma kararı üzerine yeniden bilirkişi incelemeleri yaptırmıştır. Anılan bilirkişi incelemelerinden sonra başvurucu, mahkemeye sunduğu dilekçeyle maddi tazminat talebini ıslah ederek arttırmıştır. Mahkeme davanın kabulüne karar vermiştir. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun (YİBGK) kararı doğrultusunda bozmadan sonra ıslah yapılmasının mümkün olmadığı gerekçesiyle Yargıtay, bu kabul kararını bozmuştur. Bozma kararı üzerine mahkeme, dava dilekçesi ile talep edilen miktar ile bağlı kalarak maddi ve manevi tazminata hükmetmiş, temyiz edilen karar Yargıtay tarafından onanmıştır.
İddialar
Başvurucu; ıslah talebinin tahkikata devam edilmesine rağmen bozma kararından sonra ıslah yapılamayacağı gerekçesiyle reddedilmesi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
Mahkemenin Değerlendirmesi
A. Mahkemeye Erişim Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia Yönünden
Somut uyuşmazlıkta mahkeme kararının gerekçesine dayanak teşkil eden YİBGK’nın söz konusu kararında; 1086 sayılı mülga Kanun’un 84. maddesinde, ıslahın yalnız tahkikat ve yargılama safhalarında yani tahkikat bitinceye ve hüküm verilinceye kadar mümkün olabileceğinin kastedildiği ve tahkikat ve yargılama devresinden sonra tarafların bu hakkı kullanamayacaklarının anlaşıldığı ifade edilmiştir.1086 sayılı mülga Kanun ile 6100 sayılı Kanun’un ilgili maddelerinde bozmadan sonra ıslahın olanaklı olmadığına yönelik açık veya örtülü bir hüküm yer almamaktadır. Bozmadan sonra ıslah yapılamayacağına yönelik genel kurallar içtihatlarla belirlenmiştir. YİBGK’nın kararında bozmadan sonra ıslah yapılamayacağına yönelik yorum yapılırken tahkikat aşaması ilk derece mahkemesindeki bozma kararından önceki yargılama süreciyle sınırlandırılmış, bozma kararından sonra tahkikata yönelik işlemlerin niteliğine dair herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır.
Somut olay bakımından mahkemelerce hükme esas alınan YİBGK kararlarıyla tahkikat aşaması sadece ilk derece mahkemesinin bozma kararından önceki yargılama süreci ile sınırlandırılmış ve bozma kararları sonrasında tahkikat işlemlerinin yapıldığı hâller yönünden herhangi bir ayrım ve istisnaya yer verilmemiştir. Dolayısıyla mahkemelerce bütün uyuşmazlıklar yönünden bozma kararından sonra ıslah yapılmasının mümkün olmadığı şeklindeki kategorik bir biçimde yapılan yorumun mahkemeye erişim hakkını önemli ölçüde sınırladığı söylenebilir. Nitekim kanun koyucu da 28/7/2020 tarihli kanun değişikliği ile ilk derece mahkemesinin tahkikata ilişkin bir işlem yapması hâlinde tahkikat sona erinceye kadar ıslah yapılabileceğini açıkça düzenlemiştir.
Bu açıklamalar ışığında bozma kararından sonra bozma kararı uyarınca tahkikat yapıldığı durumda ıslah talebinde bulunulmasına yönelik mevzuatta açık bir engel bulunmamasına karşın, kategorik bir yaklaşımla hiçbir istisnaya yer vermeden her durumda bozma kararından sonra ıslah yapılmasının mümkün olmadığı hususundaki yorumların öngörülemez olduğu ve bu yorumların anayasal anlamda kanunilik ölçütüne uygun olmadığı sonucuna varılmıştır.
Başvuruya konu yargılamada, bozma kararından sonra bozma kararı uyarınca tahkikata yönelik işlemler yapılması nedeniyle tahkikat aşamasına dönüldüğü hâlde salt bozma kararından sonra ıslah yapılamayacağı gerekçesiyle başvurucunun ıslah talebinin kabul edilmemesi suretiyle mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia Yönünden
Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği tarih esas alınır. İş mahkemeleri nezdinde görülen davalarda yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır. Anılan ilkeler dikkate alındığında 17 yıl 3 aylık yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varılmıştır.
Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
(İlgili Kararın tamamına ulaşmak için: https://www.anayasa.gov.tr/tr/haberler/bireysel-basvuru-basin-duyurulari/bozma-kararindan-sonra-islah-yapilamayacagi-gerekcesiyle-islah-talebinin-reddedilmesi-nedeniyle-mahkemeye-erisim-hakkinin-ihlal-edilmesi/ )
Davalarınızda ve başvurularınızda uzman avukattan yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Ankara Avukat | Anayasa Mahkemesi Başvurusu
Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.
Turkish citizens residing abroad may be deprived of many rights provided by the country they reside in if they do not have dual citizenship. To prevent this situation and protect the rights of Turkish citizens, the blue card application offers an important solution. The blue card is an official document used to protect many rights that Turkish citizens possess. Having knowledge about the blue card application is crucial for the protection of rights and prevention of grievances.
The blue card is an official document given to Turkish citizens residing abroad to enable them to exercise their rights. With the blue card, citizens can continue to benefit from most of the rights enjoyed by Turkish Republic citizens and some social security-related rights. Additionally, the blue card can be used as an official identification document, replacing the need for a national ID card. Citizens holding a blue card are not treated as foreigners in official matters.
Those eligible to apply for a blue card are individuals who are born as Turkish Republic citizens but are at risk of losing their Turkish citizenship due to obtaining permission to reside in another country, along with their descendants up to the third degree. To be eligible for a blue card, two important conditions must be met:
The person must have at least one parent who is a Turkish Republic citizen by birth. It is sufficient for only one parent to be a Turkish citizen to meet this requirement. They must obtain an exit permit from the Ministry of Interior. Individuals who lose Turkish citizenship due to reasons other than obtaining permission to reside in another country cannot apply for a blue card.
Blue card holders can reside in Turkey without any time restrictions and can benefit from many rights granted to Turkish citizens. However, blue card holders are deprived of certain rights, which include:
The right to vote and be elected The right to import vehicles and household goods with exemption The right to hold primary and permanent public service positions The obligation to fulfill military service
To apply for a blue card, a written petition must be prepared, stating the request for the card and including a photograph of the applicant. Additionally, official documents certified by the relevant authorities indicating the applicant’s foreign citizenship should be submitted during the application process.
If the application is deemed lawful, a blue card will be issued and delivered to the applicant. The process can be carried out through population directorates in Turkey or Turkish missions abroad. Once the blue card is issued, the process is complete, and the descendants of the cardholder are registered in the registry of blue card holders.
Blue cards can be changed under certain circumstances. Requests for changes may be based on card loss, renewal, new registration, or birth, among others. Blue card holders are responsible for notifying the relevant authorities of such changes. There is no specific information in the law regarding the validity period of the blue card.
Children of blue card holders can also become blue card holders through applications made by their parents. In such cases, applications should be made using the legal procedures.
In conclusion, the blue card application is an important document that enables Turkish citizens living abroad to protect and exercise their rights. Blue card holders can reside in Turkey, enjoy many rights, and are subject to certain limitations. It is important to be cautious about the application process and what to do in case of card loss.
Seeking assistance from an expert attorney in your legal cases and applications will ensure your legal protection. For detailed information, you can visit our Law Office in Ankara or contact us at our phone number (0312 268 34 34). | Blue Card Attorney | Blue Card Application
The articles on this website are for informational purposes only. We do not assume any responsibility for the content of these articles. In the event that these articles are copied, published, or distributed without permission and without proper attribution, necessary legal actions will be taken.
Yurt dışında ikamet eden Türk vatandaşları, çifte vatandaşlık hakkına sahip olmadıkları durumlarda bulundukları ülkenin sağladığı birçok haktan mahrum bırakılabilmektedir. Bu durumu önlemek ve Türk vatandaşlarının haklarını korumak amacıyla geliştirilen mavi kart uygulaması önemli bir çözüm sunmaktadır. Mavi kart, Türk vatandaşı olarak sahip olunan birçok hakkın korunmasına yardımcı olmak için kullanılan bir resmi belgedir. Mavi kart uygulaması hakkında bilgi sahibi olmak, hakların korunması ve mağduriyetin önlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. | Blue Card
Mavi kart, yurt dışına çıkan Türk vatandaşlarının haklarını kullanabilmeleri için verilen resmi bir belgedir. Mavi kart sayesinde vatandaşlar, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çoğu hakkından yararlanma imkanına sahip olurken aynı zamanda sosyal güvenlikle ilgili bazı hakları da kullanmaya devam edebilirler. Ayrıca, mavi kart resmi kimlik belgesi olarak kullanılabilir ve nüfus cüzdanının yerine geçebilir. Mavi karta sahip olan vatandaşlar, resmiyette yabancı olarak işlem görmezler.
Mavi kart alma hakkına sahip olanlar, doğumla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve çıkma izni alması sonucunda Türk vatandaşlığını kaybetmek durumunda kalan kişiler ile bu kişilerin üçüncü dereceye kadar altsoylarıdır. Mavi kart alabilmek için iki önemli şart bulunmaktadır:
Mavi kart sahipleri Türkiye’de herhangi bir süre kısıtlamasına tabi tutulmaksızın kalabilirler. Ayrıca, Türk vatandaşlarına tanınan birçok haktan da yararlanabilirler. Ancak, mavi kart sahipleri bazı haklardan mahrum kalırlar. Bu haklar şunlardır:
Mavi kart başvurusu için öncelikle yazılı bir dilekçe hazırlanmalıdır. Dilekçe, kartın talep edildiğini belirtmeli ve başvuru sahibinin fotoğrafını içermelidir. Ayrıca, yabancı devlet vatandaşı olduğunu gösteren resmi makam onaylı belgeler de başvuru sırasında sunulmalıdır.
Başvurunun yasalara uygun olması durumunda, başvuru sahibine mavi kart düzenlenir ve teslim edilir. Bu süreçte, başvuru Türkiye’deki nüfus müdürlükleri veya yurt dışındaki Türk temsilcilikleri aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Mavi kart teslimiyle birlikte süreç tamamlanır ve mavi kart sahibinin altsoyları mavi kartlılar kütüğüne kaydedilir.
Mavi kartlar belirli durumlarda değiştirilebilir. Değişiklik talepleri, kartın kaybedilmesi, yenilenmesi, yeni kayıt veya doğum gibi sebeplere dayanabilir. Mavi kart sahipleri, bu değişiklikleri ilgili yetkililere bildirmekle yükümlüdürler. Mavi kartın geçerlilik süresiyle ilgili olarak kanunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Mavi kart sahiplerinin çocukları, ebeveynlerinin başvurusuyla mavi kart sahibi olabilirler, bu durumda yasal yollar kullanılarak başvurular yapılmalıdır.
Sonuç olarak, mavi kart uygulaması, yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarının haklarını koruma ve kullanma imkanı sağlayan önemli bir belgedir. Mavi kart sahipleri Türkiye’de kalabilir, birçok haktan yararlanabilir ve belirli kısıtlamalara tabi tutulurlar. Başvuru süreci ve mavi kartın kaybedilmesi durumunda yapılması gerekenler konusunda dikkatli olmak önemlidir.
Davalarınızda ve başvurularınızda uzman avukattan yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Mavi Kart Avukatı | Mavi Kart Başvurusu
Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.
İşyerlerinde meydana gelen iş kazaları, çalışanların sağlığını ve güvenliğini tehdit eden ciddi sorunlar olarak karşımıza çıkar. Türkiye’de iş kazalarıyla ilgili düzenlemeler İş Kanunu’nda yer almaktadır. 5510 sayılı İş Kanunu, işverenlerin iş sağlığı ve güvenliği konusundaki yükümlülüklerini belirlemekte ve iş kazalarının önlenmesi için çeşitli hükümler içermektedir. İş Kazaları ve İşçi Sağlığı Güvenliği: 5510 Sayılı İş Kanunu’na Göre – İş Kazaları ve Güvenliği
İş Kazaları, çalışanların işleriyle ilgili olarak meydana gelen ve ölüm, yaralanma veya hastalık sonucunu doğuran olayları ifade eder. İşverenler, işyerlerinde meydana gelen iş kazalarını en kısa sürede Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na veya ilgili sosyal güvenlik kuruluşuna bildirmekle yükümlüdür. Bildirim yükümlülüğü, işverenin iş kazalarını yetkili makamlara zamanında ileterek gerekli önlemlerin alınmasını sağlamayı amaçlar.
İşverenler, iş sağlığı ve güvenliği konusunda bir dizi yükümlülüğe sahiptir. İşyerinde çalışanların sağlık ve güvenliğini korumak işverenin sorumluluğundadır. İşverenler, işyerindeki tehlikeleri belirlemeli, risk değerlendirmesi yapmalı ve alınması gereken önlemleri belirlemelidir. İşveren, çalışanların eğitimini sağlamalı, gerekli koruyucu ekipmanları temin etmeli ve çalışma koşullarını düzenlemelidir.
İşveren, iş sağlığı ve güvenliği konularında çalışanların katılımını sağlamak ve işyerindeki sorunları ele almak için İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu’nu oluşturmalıdır. Kurul, işveren temsilcileri ve işçi temsilcilerinden oluşur. İşçi temsilcileri, çalışanların iş sağlığı ve güvenliğiyle ilgili konularda görüşlerini dile getirir ve çözüm önerileri sunar.
İşyerinde meydana gelen iş kazaları derhal işverene veya yetkilendirilmiş bir personele bildirilmelidir. İşveren, iş kazalarını detaylı bir şekilde incelemeli ve kazanın nedenlerini araştırmalıdır. Kazaların nedenleri belirlenmeli ve benzer olayların tekrarlanmasını önlemek için önlemler alınmalıdır. İş kazalarıyla ilgili raporlar tutulmalı ve gerekli durumlarda yetkili kurumlarla paylaşılmalıdır.
İşverenler, iş sağlığı ve güvenliği yükümlülüklerini ihlal ettiklerinde cezai ve hukuki yaptırımlara tabi tutulabilirler. Kanuna göre, işverenlerin iş sağlığı ve güvenliği düzenlemelerine uymaması durumunda para cezaları uygulanabilir. Ayrıca, iş kazalarının meydana gelmesinde ihmal veya kusurun olduğu tespit edilirse, işveren hukuki sorumluluk altına girebilir ve mağdurlar tazminat talep edebilir.
5510 sayılı İş Kanunu, iş kazalarının önlenmesi ve çalışanların iş sağlığı ve güvenliğinin korunması amacıyla önemli hükümler içermektedir. İşverenlerin iş sağlığı ve güvenliği konusunda sorumlulukları vardır ve bu sorumluluklarını yerine getirmek zorundadırlar. İş kazalarının önlenmesi, çalışanların sağlığının korunması ve işyerlerinde güvenli bir ortamın sağlanması, işverenlerin ve çalışanların ortak sorumluluğudur.
Davalarınızda uzman iş avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan İş Avukatı | Ankara İşçi Davaları
Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.
Kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma suçu, bireylerin özgürlüklerini hukuka aykırı olarak kısıtlayan bir suç türüdür. Türk Ceza Kanunu’nun 109. maddesinde düzenlenen bu suç, belirli şartlar altında cezai yaptırımlara tabi tutulmaktadır.
(1) Bir kimseyi hukuka aykırı olarak bir yere gitmek veya bir yerde kalmak hürriyetinden yoksun bırakan kişiye, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir.
(2) Kişi, fiili işlemek için veya işlediği sırada cebir, tehdit veya hile kullanırsa, iki yıldan yedi yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
(3) Bu suçun;
a) Silahla,
b) Birden fazla kişi tarafından birlikte,
c) Kişinin yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle,
d) Kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle,
e) Üstsoy, altsoy veya eşe ya da boşandığı eşe karşı,
f) Çocuğa ya da beden veya ruh bakımından kendini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı, İşlenmesi halinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza bir kat artırılır.
(4) Bu suçun mağdurun ekonomik bakımdan önemli bir kaybına neden olması halinde, ayrıca bin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur.
(5) Suçun cinsel amaçla işlenmesi halinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek cezalar yarı oranında artırılır.
(6) Bu suçun işlenmesi amacıyla veya sırasında kasten yaralama suçunun neticesi sebebiyle ağırlaşmış hallerinin gerçekleşmesi durumunda, ayrıca kasten yaralama suçuna ilişkin hükümler uygulanır.
İlgili kanun maddesine göre, bir kişinin hukuka aykırı olarak bir yere gitmesi veya bir yerde kalmaya zorlaması durumunda, suç işleyen kişiye bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir. Eğer suç, cebir, tehdit veya hile kullanılarak işlenmişse, ceza iki yıldan yedi yıla kadar çıkar.
Bu suçun bazı ağırlaştırıcı koşulları bulunmaktadır. Örneğin, suç silahla işlenmişse, birden fazla kişi tarafından birlikte işlenmişse, kamu görevi nedeniyle işlenmişse veya kamu görevinin kötüye kullanılması sonucunda işlenmişse, ceza miktarı bir kat artırılır. Ayrıca, eşe, boşandığı eşe, çocuğa veya savunamayacak durumda olan kişiye karşı işlendiğinde de ceza artırılır.
Bu suçun mağdura önemli bir ekonomik kayıp yaşatması durumunda ise bin güne kadar adli para cezası verilebilir. Ayrıca, suçun cinsel amaçla işlenmesi halinde ceza miktarı yarı oranında artırılır. Suçun işlenmesi sırasında kasten yaralama suçunun gerçekleşmesi durumunda ise ayrıca kasten yaralama suçuna ilişkin hükümler uygulanır.
Etkin pişmanlık durumunda ise suçu işleyen kişi, mağdura zarar vermeden onu güvenli bir yerde serbest bırakırsa cezanın üçte ikisi kadar indirim alır. Tüzel kişiler ise tehdit, şantaj, cebir veya kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçlarını işlediklerinde, kendilerine özgü güvenlik tedbirleri uygulanabilir.
Bu kanun maddesi, bireylerin hürriyetlerinin korunması ve suçların önlenmesi amacıyla önemli bir rol oynamaktadır. Kanunun etkin bir şekilde uygulanması ve hukuk sistemine başvurmanın teşvik edilmesi, toplumun güvenliğinin sağlanması açısından büyük önem taşımaktadır.
Davalarınızda uzman ceza avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan Ceza Avukatı | Ankara Ceza Hukuku
Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.
Konut Dokunulmazlığının İhlali Suçu bireylerin yaşam alanlarına saygı gösterilmesi ve konut güvenliğinin korunması amacıyla Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenen bir suçtur. Bu suç, bir kişinin rızasına aykırı olarak başkasının konutuna girmesi veya rıza ile girdikten sonra konuttan çıkmaması durumunda işlenmektedir. Konut dokunulmazlığının ihlali suçu, mağdurun şikayeti üzerine hapis cezasıyla cezalandırılmaktadır.
Madde 116- (1) Bir kimsenin konutuna, konutunun eklentilerine rızasına aykırı olarak giren veya rıza ile girdikten sonra buradan çıkmayan kişi, mağdurun şikayeti üzerine, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) (Değişik: 31/3/2005 – 5328/8 md.) Birinci fıkra kapsamına giren fiillerin, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında kalan işyerleri ve eklentileri hakkında işlenmesi hâlinde, mağdurun şikâyeti üzerine altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur.
(3) (Değişik: 31/3/2005 – 5328/8 md.) Evlilik birliğinde aile bireylerinden ya da konutun veya işyerinin birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda, bu kişilerden birinin rızası varsa, yukarıdaki fıkralar hükümleri uygulanmaz. Ancak bunun için
rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir.(4) Fiilin, cebir veya tehdit kullanılmak suretiyle ya da gece vakti işlenmesi halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
Türk Ceza Kanunu’nun 116. maddesi, konut dokunulmazlığının ihlalini düzenlemektedir. Bu maddeye göre, bir kişinin konutuna rızası olmaksızın giren veya rıza ile girdikten sonra konuttan çıkmayan kişi, mağdurun şikayeti üzerine altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılmaktadır.
Ayrıca, işyerleri ve işyerlerinin eklentileri gibi konut dışındaki mekanlar da konut dokunulmazlığının ihlali suçu kapsamında değerlendirilebilmektedir. Ancak bu durumda, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında işlenen ihlallerde, mağdurun şikayeti üzerine altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası uygulanmaktadır.
Evlilik birliğinde aile bireylerinden ya da konutun veya işyerinin birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda, konut dokunulmazlığının ihlali suçuyla ilgili bazı istisnalar bulunmaktadır. Eğer bu kişilerden biri rıza göstermişse, yukarıdaki hükümler uygulanmaz. Ancak bu durumda, rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekmektedir.
Fiilin, cebir veya tehdit kullanılarak veya gece vakti işlenmesi halinde, konut dokunulmazlığının ihlali suçu daha ağır bir şekilde cezalandırılmaktadır. Bu durumda, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası uygulanabilmektedir.
Konut dokunulmazlığının ihlali suçu, bireylerin özel yaşam alanlarının güvence altına alınmasını ve huzur içinde yaşama hakkının korunmasını amaçlamaktadır. Bu suçun önlenmesi ve cezalandırılması için toplumda bilinçlendirme çalışmalarının yapılması, güvenlik önlemlerinin alınması ve hukuk sistemine başvurmanın teşvik edilmesi önemlidir
Davalarınızda uzman ceza avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan Ceza Avukatı | Ankara Ceza Hukuku
Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.
İnternet ve dijital medya platformlarının hızla gelişmesiyle birlikte, hakaret suçları da artık online ortamlarda sık sık karşılaşılan bir durum haline gelmiştir. Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi, hakaret suçunu düzenlemekte ve bu suçu işleyenleri cezalandırmaktadır. Bu makalede, Türk Ceza Kanunu’nda yer alan hakaret suçuyla ilgili maddeler ve bu suça uygulanan cezalar ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır. | Bu yazıda Hakaret Suçu ve Şikayet , Hakaret nedir? Hakaret suçu şikayeti nasıl yapılır? Hakaretin cezası nedir? gibi sorular cevaplanmaya çalışılacaktır.
Madde 125 – Hakaret Suçu: Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi, bir kişiye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişileri cezalandırmaktadır. Hakaret suçu işleyen kişilere üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası uygulanmaktadır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilat ederek işlenmesi gerekmektedir.
Madde 126 – Mağdurun Belirlenmesi: Hakaret suçu işlenirken mağdurun ismi açıkça belirtilmemiş veya isnat üstü kapalı geçiştirilmiş olsa bile, eğer niteliğinde ve mağdurun şahsına yönelik bulunduğunda duraksanmayacak bir durum varsa, hem ismi belirtilmiş hem de hakaret açıklanmış sayılır.
Madde 127 – İsnadın İspatı: İsnat edilen ve suç oluşturan fiilin ispat edilmiş olması halinde kişiye ceza verilmez. Bu suç nedeniyle hakaret edilen hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı verilmesi halinde, isnat ispatlanmış sayılır. Bunun dışındaki hallerde isnadın ispat isteminin kabulü, isnat olunan fiilin doğru olup olmadığının anlaşılmasında kamu yararı bulunmasına veya şikayetçinin ispata razı olmasına bağlıdır. İspat edilmiş fiilinden söz edilerek kişiye hakaret edilmesi halinde, cezaya hükmedilir.
Madde 128 – İddia ve Savunma Dokunulmazlığı: Yargı mercileri veya idari makamlar nezdinde yapılan yazılı veya sözlü başvurular, iddia ve savunmalar kapsamında, kişilerle ilgili olarak somut isnadlarda veya olumsuz değerlendirmelerde bulunulması halinde, ceza verilmez. Ancak, bunun için isnat ve değerlendirmelerin, gerçek ve somut vakıalara dayanması ve uyuşmazlıkla bağlantılı olması gerekmektedir. Bu hüküm, ifade özgürlüğünün korunması ve adil yargılama ilkesinin gözetilmesi amacıyla uygulanmaktadır.
Madde 129 – Hakaret Suçunda Özel Durumlar: Hakaret suçunun bazı özel durumları bulunmaktadır. Haksız bir fiile tepki olarak işlenen hakaret suçunda, verilecek ceza üçte birine kadar indirilebileceği gibi ceza vermekten de vazgeçilebilir. Aynı şekilde, hakaret suçunun kasten yaralama suçuna tepki olarak işlenmesi durumunda ise kişiye ceza verilmez. Hakaret suçunun karşılıklı olarak işlenmesi halinde ise, olayın mahiyetine göre taraflardan her ikisi veya biri hakkında verilecek ceza üçte birine kadar indirilebileceği gibi ceza vermekten de vazgeçilebilir.
Madde 130 – Kişinin Hatırasına Hakaret: Bir kimsenin öldükten sonra hatırasına en az üç kişiyle ihtilat ederek hakaret eden kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Hakaretin alenen işlenmesi durumunda ise ceza altıda biri oranında artırılır. Bir ölünün ceset veya kemiklerini alan veya bu konuda tahkir edici fiillerde bulunan kişi de üç aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu hükümler, kişinin ölümünden sonra dahi onur ve saygınlığının korunmasını sağlamayı amaçlamaktadır.
Madde 131 – Soruşturma ve Kovuşturma Koşulu: Hakaret suçunun soruşturulması ve kovuşturulması, kamu görevlisine karşı görevinden dolayı işlenmediği sürece mağdurun şikayetine bağlıdır. Ancak, mağdur, şikayet etmeden önce ölürse veya suç ölmüş olan kişinin hatırasına karşı işlenmişse, ölenin ikinci dereceye kadar üstsoy ve altsoyu, eş veya kardeşleri tarafından şikayette bulunabilir. Bu hüküm, suçun mağdurun rızası olmaksızın işlenmesi durumunda adaletin sağlanmasını ve suçun cezasız kalmamasını amaçlamaktadır.
Türk Ceza Kanunu’nda yer alan hakaret suçuyla ilgili maddeler, hakaret suçunun tanımını yapmakta, mağdurun belirlenmesini, isnadın ispatını, iddia ve savunma dokunulmazlığını, hakaret suçunda özel durumları, kişinin hatırasına hakareti ve soruşturma-kovuşturma koşullarını düzenlemektedir. Hakaret suçu işleyen kişilere cezai yaptırımlar uygulanmakta ve hukuki süreçler belirlenmektedir. Bu düzenlemeler, bireylerin onur, şeref ve saygınlığının korunmasını amaçlamaktadır.
Hakaret suçunun önlenmesi ve toplumun bilinçlendirilmesi için, dijital medya ve internet platformlarında yapılan yayınların takip edilmesi ve gerekli yaptırımların uygulanması önemlidir. Aynı zamanda, ifade özgürlüğü ile hakaret arasındaki dengeyi sağlamak da büyük önem taşımaktadır. İfade özgürlüğü, demokratik bir toplumun temel taşlarından biridir; ancak bu özgürlüğün başkalarının haklarına zarar vermeden kullanılması gerekmektedir.
Hakaret suçuyla mücadelede, bireylerin ve toplumun bilinçlendirilmesi, eğitimlerin ve farkındalık kampanyalarının düzenlenmesi büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, internet platformlarının daha etkin denetlenmesi ve gerekli önlemlerin alınması da hakaret suçunun azaltılmasına yardımcı olabilir.
Sonuç olarak, Türk Ceza Kanunu’nun hakaret suçuyla ilgili maddeleri, hakaretin tanımını, cezalarını, isnadın ispatını ve diğer önemli konuları düzenlemektedir. Bu düzenlemeler, toplumda saygı, hoşgörü ve hukuka uygun davranışların teşvik edilmesini amaçlamaktadır. Hakaret suçunun azaltılması ve adaletin sağlanması için yasalara uygun davranmak, ifade özgürlüğü ile başkalarının haklarını koruma arasındaki dengeyi sağlamak önemlidir.
Davalarınızda uzman ceza avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan Ceza Avukatı | Ankara Ceza Hukuku
Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.