0 312 268 34 34
info@alsahukuk.com
·
Pazartesi - Cuma 09:30-18:00
İletişim Formu

Sincan Ceza Avukatı

Ceza Avukatı: Adaletin Savunucusu | Sincan Ceza Avukatı

Ceza hukuku, toplumun huzurunu ve düzenini korumak amacıyla suçlarla mücadele eden bir hukuk dalıdır. Bu alanda hukuki destek arayanlar için ceza avukatları, adaletin savunucuları olarak önemli bir rol oynamaktadır. Bu makalede, “Ceza Avukatı”, “Ceza Hukuku”, “Türk Ceza Kanunu”, “Ağır Ceza Avukatı” ve “Asliye Ceza Avukatı” kavramlarına yakından bakacağız. | Sincan Ceza Avukatı, Ankara Ceza Avukatı.

Ceza Avukatı Kimdir? Sincan Ceza Avukatı

Ceza avukatları, suç işleyen veya suçlanan kişilere hukuki destek sağlayan profesyonellerdir. Onların görevi, müvekkillerinin haklarını korumak, savunmalarını hazırlamak ve adil bir yargı süreci yaşamalarını sağlamaktır. Ceza avukatları, suçlamaların ciddiyetine ve mahkeme türüne göre farklı uzmanlık alanlarına sahip olabilirler. Sincan Ceza Avukatı

Ceza Hukuku ve Türk Ceza Kanunu – Ankara Ceza Avukatı

Ceza hukuku, bir ülkenin yasal sistemini suçlar, suçlu kişilerin cezalandırılması ve toplumun korunmasıyla ilgilenen hukuk dalıdır. Türk Ceza Kanunu, Türkiye’de suçlar ve cezalarla ilgili temel yasal belgedir. Ceza avukatları, Türk Ceza Kanunu’nu çok iyi bilmeli ve müvekkillerini bu kanuna uygun şekilde savunmalıdır.

Türk Ceza Kanunu, Türkiye’de hukukun temel taşlarındandır ve vatandaşların davranışlarını düzenlerken adaleti temin etmeyi amaçlar. TCK’nin ihlali durumunda kişilere ceza verilebilir ve bu, yasal düzenlemenin etkin bir şekilde uygulandığını gösterir.

Ağır Ceza Avukatı ve Asliye Ceza Avukatı

Ceza hukuku alanında, davaların ciddiyetine göre iki ana türde mahkeme bulunur: Ağır Ceza ve Asliye Ceza.

  • Ağır Ceza: Ağır ceza, ciddi suçlarla ilgilenirler. Örneğin, cinayet, terör suçları ve diğer ciddi suçlarla ilgili davalarda uzmanlaşmışlardır.
  • Asliye Ceza: Asliye ceza ise daha hafif suçlarla ilgilenirler. Bu suçlar, hırsızlık, dolandırıcılık ve benzeri suçları içerebilir.

Sonuç

Ceza avukatları, adaletin korunmasında kritik bir rol oynarlar. Ceza hukuku ve Türk Ceza Kanunu çerçevesinde, müvekkillerinin haklarını korumak ve adil bir yargı sürecini temin etmek için çaba harcarlar. Ağır Ceza Avukatları ve Asliye Ceza Avukatları, suçların ciddiyetine göre uzmanlaşarak farklı alanlarda hizmet verirler.

Eğer ceza hukukuyla ilgili bir dava yaşıyorsanız veya hukuki destek arıyorsanız, bir ceza avukatı ile iletişime geçmek önemlidir. Bu uzmanlar, hukuki sürecinizi anlamanıza yardımcı olacak ve haklarınızı korumanıza destek olacaklardır.

Adaletin teminat altına alınması ve yasal haklarınızın korunması için, deneyimli bir ceza avukatı sizi en iyi şekilde temsil edebilir.

Davalarınızda uzman bir Ceza Avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan Ceza Avukatı | Ankara Ceza Davaları


Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.

Sincan Ceza Avukatı
Sincan Ceza Avukatı

Boşanma Kararının Kısmi Olarak Kesinleşmesi

Taraflarca kusur tespiti, maddi ve manevi tazminat kararı, velayet kararı ve nafaka kararı istinaf edilip, boşanma kararı istinaf edilmeyebilir; böylece kısmı istinaf gerçekleştirilmiş olur. Bu durumda boşanma kararı kesinleşir, yalnızca istinaf edilen hususlar yönünden yargılamaya devam edilir. (Bakınız: Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2020/303 E., 2021/242 K., Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2020/97 E., 2021/241 K. ve yine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2020/175 E., 2021/202 K. sayılı kararları) | Boşanma Kararının Kısmi Olarak Kesinleşmesi

HGK., E. 2020/303 K. 2021/242 T. 11.3.2021

Adana Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi

  1. Taraflar arasındaki “boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Adana Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesince verilen karar, davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesince Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
  2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
  3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

YARGILAMA SÜRECİ

Davacı İstemi:

  1. Davacı vekili 30.01.2017 tarihli dava dilekçesinde; tarafların 1971 yılında evlendiklerini, ortak yedi çocukları olduğunu, davalının müvekkiline karşı hakaret ve küfür içerikli sözler söylediğini, onurunu kırdığını, küçük düşürdüğünü, birlik görevlerini yerine getirmediğini, son altı aydır eve gelmediğini, engelli çocukları ile ilgilenmediği gibi üniversite öğrencisi olan ortak çocuğunda giderlerini karşılamadığını, müvekkilinin akrabalarının maddi desteği ile geçimini sağladığını ileri sürerek tarafların boşanmalarına, müvekkili yararına 500,00TL tedbir-yoksulluk nafakası ile 20.000TL maddi ve 20.000TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesini dava ve talep etmiştir.

Davalı Cevabı:

  1. Davalı 16.02.2017 tarihli cevap dilekçesinde; tüm iddiaları inkârla, birlikten doğan görevlerini yükümlülüklerini yerine getirmeye çalıştığını, evi kendisinin terk etmediğini, olay günü yaşanan tartışma sonrasında davacının kendisini evden kovduğunu, emekli maaşı dışında hiçbir gelirinin olmadığını, banka maaş kartının da evin ihtiyaçlarını karşılaması amacıyla davacıda olduğunu ileri sürerek, boşanma dışında kalan tüm istemlerin reddine karar verilmesini talep etmiştir.

İlk Derece Mahkemesi Kararı:

  1. Mersin 3. Aile Mahkemesinin 16.01.2018 tarihli ve 2017/67 E., 2018/24 K. sayılı kararı ile; erkek eşin sorumsuz davranışlar sergilediği, evle ve çocuklarla ilgilenmediği, eşine ve çocuklarına karşı hakaret ettiği, davacıya şiddet uyguladığı şeklinde gerçekleştirdiği eylemleriyle boşanmaya sebep olan olaylarda tam kusurlu olduğu, kadın eşin ise kusursuz olduğu gerekçesiyle tarafların boşanmalarına, kadın eş yararına 500,00TL tedbir-yoksulluk nafakası ile 10.000,00TL maddi ve 12.000,00TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmiştir.

Bölge Adliye Mahkemesi Kararı:

  1. Adana Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesinin 21.02.2019 tarihli ve 2018/708 E., 2019/214 K. sayılı kararı ile; kusur belirlemesine ilişkin istinaf başvurusu hakkında tarafların ilk derece mahkemesince verilen boşanmaya ilişkin hüküm fıkrasını istinaf etmemeleri nedeniyle boşanma kararının kesinleştiği, buna bağlı olarak kusur durumlarının da hüküm sonucu itibari ile kesinleşeceği, bu nedenle nafaka ve tazminata esas olan boşanmaya sebep olan olaylarda tarafların kusur durumlarının incelemesinin mümkün olmadığı, aksinin kabulünün kesin hüküm kuralına aykırılık teşkil edeceği, kusur belirlemesine yönelik itirazın hukuki anlamda sonuç doğurmasının da mümkün olmadığı, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 28.03.2012 tarihli ve 2011/2-890 E., 2012/239 K. sayılı kararının da bu yönde olduğu gerekçesiyle, kadın eş yararına takdir edilen nafaka ve tazminatlara ilişkin istinaf başvurusunun ise; erkek eşin boşanmaya sebep olan olaylarda kusurlu davranışlarının ağırlığı, evlilik süresi, tarafların ekonomik ve sosyal durumları dikkate alınarak 6100 sayılı HMK’nın m. 353/1-b-1 maddesi gereğince oy birliği ile esastan reddine karar verilmiştir.

Özel Daire Bozma Kararı:

  1. Yargıtay 2. Hukuk Dairesince 17.06.2019 tarihli, 2019/3014 E. ve 2019/7192 K. sayılı kararı ile;

“…Hüküm davalı erkek tarafından kusur belirlemesi, nafaka ve tazminatlar yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

Davacı kadın tarafından erkek eş aleyhine evlilik birliğinin sarsılması nedenine dayalı boşanma davası açılmış, ilk derece mahkemesince boşanmaya ve fer’ilere ilişkin hüküm kurulmuş, ilk derece mahkemesinin bu kararı, davalı erkek tarafından kusur belirlemesi, nafaka ve tazminatlar yönünden istinaf edilmiştir. Bölge adliye mahkemesi, davalı erkeğin, tazminatlar ve nafakaya yönelik itirazlarının esastan reddine karar vermiş; kusur belirlemesine ilişkin itirazların incelenmesinde ise “….boşanma kararının istinaf edilmemesi nedeniyle kusur oranı kesinleştiğinden, taraflardan birinin nafaka ve tazminat yönünden kusura itiraz etmesi, sonuca etkili değildir. Kesinleşmiş mahkeme kararı ile tarafların kusuru belirlendiğinden kesin hükmün bağlayıcılığı kuralı gereği, bundan sonra bu konuda yeniden inceleme yapılamaz, boşanma davasındaki kusur belirlemesi tarafları bağlar….” şeklinde gerekçe ile ilk derece mahkemesinin kusur belirlemesinin kesinleşmiş olması nedenine dayalı işin esasını incelemeksizin reddetmiştir. Bölge adliye mahkemesinin hükmü taraflara tebliğ edilmiş ve bu hüküm yasal süresi içerisinde davalı erkek tarafından aynı sebeplerle temyiz edilmiştir.

Kesin hüküm, hem bireyler için hem de Devlet için hukuki durumda bir kararlılık ortaya koyar. Bununla, hukuki güvenlilik ve yargı erkine güven sağlandığından kamu yararı ile doğrudan ilgilidir.

Kesin hüküm; şekli anlamda kesin hüküm ve maddi anlamda kesin hüküm olmak üzere ikiye ayrılır. Bir hükmün şekli anlamda kesinleşmiş olması, sözü edilen hükme karşı tüm olağan yasa yollarının kapandığı anlamına gelir. Maddi anlamda kesin hükmün koşulları ise 6100 sayılı HMK’nın 303/1. maddesinde “Bir davaya ait şekli anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir.” şeklinde açıklanmıştır. Madde metninden; bir kararın maddi anlamda kesinleşmesi için öncelikle şekli anlamda kesinleşmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

6100 sayılı HMK’nın 297. maddesine göre bir mahkeme kararında, tarafların iddia ve savunmalarının özeti, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususlar, çekişmeli vakılar hakkında toplanan delillerin, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesinin, sabit görülen vakıalarla, bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebeplerin birer birer, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gerekir. Bu kısım hükmün gerekçe bölümüdür. Gerekçe mahkemenin tespit etmiş olduğu maddi vakıalar ile hüküm fıkrası arasında köprü görevi yapar. Gerekçe bölümünde hükmün dayandığı hukuki esaslar, tarafların sundukları maddi vakıaların hukuki niteliği, hükmün dayandığı hukuk kuralları ve bunun nedenleri açıklanır. Hemen belirtmek gerekir ki; hüküm fıkrasına sıkı sıkıya bağlı olan gerekçe kesin hüküm teşkil eder. Hangi gerekçenin hüküm fıkrasına sıkı sıkıya bağlı olduğu, her olayın özelliğine göre belirlenir. Kesin hüküm kural olarak hüküm fıkrasına münhasırdır ve gerekçeye sirayet etmez. Ancak gerekçe, hükme ulaşmak için mahkemece yapılan hukuki ve mantıki tahlil ve delillerden ibaret kalmayıp, hüküm fıkrası ile ayrılması imkansız bir bağlılık içinde bulunuyor ise, istisnaen bu kısmın da kesin hükme dahil olduğunu kabul etmek gerekir.

Somut olayın açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirilmesine gelince:

Davacı kadın tarafından Türk Medeni Kanunu’nun 166/1. maddesine göre boşanma davası açılmış, ilk derece mahkemesince; boşanmaya neden olan olaylarda; kadının kusursuz ve erkeğin tam kusurlu olduğu kabul edilerek, boşanmaya ve fer’ilere ilişkin hüküm kurulmuş, ilk derece mahkemesinin bu kararı, davalı erkek tarafından boşanma kararına itiraz edilmeksizin; kusur belirlemesi, nafaka ve tazminatlar yönünden istinaf edilmiştir.

Türk Medeni Kanunu’na göre; boşanma davalarının eki niteliğinde sayılan yoksulluk nafakası, maddi ve manevi tazminatlar, “Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla, geçimi için diğer taraftan mali gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz” (TMK.m.175) ve “mevcut veya beklenen menfaatleri boşanma yüzünden zedelenen kusursuz veya daha az kusurlu taraf, kusurlu taraftan uygun bir maddi tazminat isteyebilir. Boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan taraf, kusurlu olan diğer taraftan manevi tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebilir.” (TMK.m.174/1,2) denilmek suretiyle madde metinlerinde kusur unsuruna açıkça yer verilmiştir. Belirtilen kusur unsurunun; boşanmaya sebebiyet veren olaylarda tarafların kusur durumunu yorumladığı şüphesizdir.

Boşanma davasının eki niteliğindeki nafaka ve tazminat taleplerine ilişkin uygulamada; isteklerin tümü-yasadan kaynaklı birbirlerinin eki niteliğinde bulunduklarından boşanma kararı ve boşanmanın fer’ilerine ilişkin kararlar, hükmün gerekçesiyle ve de gerekçede belirlenen “Boşanmaya sebebiyet veren olaylarda tarafların kusur durumu” ile birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Boşanma davası ile nafaka ve tazminat davaları arasında hukuki sebep birliği yoksa da birbirlerinin eki olması itibariyle aralarında sıkı sıkıya bağlı, biri olmadan diğerinin varlık kazanamayacağı sebep ve sonuç ilişkisi vardır. Tarafların, boşanmaya sebebiyet veren olaylarda kusur unsurunun tespit edilmiş olunduğu gerekçe; münhasıran boşanma hükmüne değil, boşanma ve eki niteliğinde talep edilen istemlere ilişkin kurulan hükümlerin tümünün gerekçesidir. Kesinlik sadece hüküm fıkraları için söz konusu ise de; hüküm fıkraları ile gerekçe arasında anlatıldığı şekilde zorunlu bir bağ varsa hükmün gerekçesi de kesinlik kazanır. Boşanma davasıyla belirlenen “Kusur unsurunun” tespit edildiği gerekçe bölümünün; kesin hüküm ve kesin delil oluşturduğundan söz edilebilmesi için yukarıda anlatıldığı şekilde, kusur belirlemesi aleyhine olağan kanun yoluna başvurulmaksızın ve yahut olağan kanun yollarına başvurularak tüketilmiş olması sonucunda ancak şekli anlamda kesin hüküm oluşturduğundan bahsedilebilinecektir.

Somut olayda; boşanmaya sebebiyet veren olaylarda davalı erkek tam kusurlu bulunmuş, buna ilişkin gerekçeye dayalı olarak da boşanmaya ve fer’ilerine karar verilmiştir. Hüküm davalı erkek tarafından açıkça kusur belirlemesi, nafaka ve tazminatlara ilişkin istinaf edildiğinden ilk derece mahkemesince tespit edilen kusur durumunun yazılı olduğu gerekçe bölümü aleyhine olağan kanun yoluna başvurulmuş olması nedeniyle şekli anlamda kesinleşmediği ve HMK m. 303/1 maddesi gereği şekli anlamda kesinleşmeyen bir hükmün maddi anlamda da kesin hüküm oluşturmadığı dikkate alınmaksızın kesin hükmün varlığına dayalı olarak bölge adliye mahkemesince; davalı erkeğin kusur belirlemesine ilişkin itirazının esası incelenmeksizin reddine karar verilmesi doğru olmamıştır. O halde; bölge adliye mahkemesince yapılacak olan iş; ilk derece mahkemesinin kusur belirlemesine ilişkin tüm deliller değerlendirilerek tarafların kusur durumunun belirlenmesi ve bu belirlemeye bağlı olarak boşanmanın fer’i niteliğinde bulunan yoksulluk nafakası ve tazminatlar yönünden karar vermekten ibarettir. Bu husus gözetilmeden yazılı şekilde karar verilmesi hukuka aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir,…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.

Direnme Kararı:

  1. Adana Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesinin 06.11.2019 tarihli ve 2019/1480 E., 2019/1381 K. sayılı kararı ile bozma öncesi kararda yer alan gerekçenin yanında; tarafların ilk derece mahkemesince verilen boşanma hükmünü istinafa konu etmediği, kararda belirlenen kusur durumu ile nafaka tazminatlara itiraz edildiği, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 28.03.2012 tarihli ve 2011/2-890 E., 2012/239 K. sayılı kararı dikkate alınarak kusur belirlemesine yönelik istinaf başvurusunun reddine dair verilen kararın usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi:

  1. Direnme kararı yasal süresi içerisinde davalı tarafından temyiz edilmiştir.

UYUŞMAZLIK

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilk derece mahkemesince tarafların boşanmaya sebep olan olaylarda gerçekleştirdiği kabul edilen kusur belirlemesinin, hükmün boşanma fıkrasına yönelik bölümünden bağımsız şekilde istinaf kanun yoluna konu edilip edilemeyeceği, burada varılacak sonuca göre; bölge adliye mahkemesinin, ilk derece mahkemesince kabul edilen kusur belirlemesine yönelik inceleme yapmasının gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE

  1. Uyuşmazlığın çözümü bakımından ilgili yasal düzenleme ve kavramların açıklanmasında yarar görülmektedir.
  2. Bilindiği üzere 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “Evlilik birliğinin sarsılması” başlıklı 166. maddesi;

“Evlilik birliği, ortak hayatı sürdürmeleri kendilerinden beklenmeyecek derecede temelinden sarsılmış olursa, eşlerden her biri boşanma davası açabilir.

Yukarıdaki fıkrada belirtilen hâllerde, davacının kusuru daha ağır ise, davalının açılan davaya itiraz hakkı vardır. Bununla beraber bu itiraz, hakkın kötüye kullanılması niteliğinde ise ve evlilik birliğinin devamında davalı ve çocuklar bakımından korunmaya değer bir yarar kalmamışsa boşanmaya karar verilebilir.

Evlilik en az bir yıl sürmüş ise, eşlerin birlikte başvurması ya da bir eşin diğerinin davasını kabul etmesi hâlinde, evlilik birliği temelinden sarsılmış sayılır. Bu hâlde boşanma kararı verilebilmesi için, hâkimin tarafları bizzat dinleyerek iradelerinin serbestçe açıklandığına kanaat getirmesi ve boşanmanın malî sonuçları ile çocukların durumu hususunda taraflarca kabul edilecek düzenlemeyi uygun bulması şarttır. Hâkim, tarafların ve çocukların menfaatlerini göz önünde tutarak bu anlaşmada gerekli gördüğü değişiklikleri yapabilir. Bu değişikliklerin taraflarca da kabulü hâlinde boşanmaya hükmolunur. Bu hâlde tarafların ikrarlarının hâkimi bağlamayacağı  hükmü uygulanmaz.

Boşanma sebeplerinden herhangi biriyle açılmış bulunan davanın reddine karar verilmesi ve bu kararın kesinleştiği tarihten başlayarak üç yıl geçmesi hâlinde, her ne sebeple olursa olsun ortak hayat yeniden kurulamamışsa evlilik birliği temelden sarsılmış sayılır ve eşlerden birinin istemi üzerine boşanmaya karar verilir.” hükmünü taşımaktadır.

  1. Genel boşanma sebeplerini düzenleyen ve yukarıya alınan madde hükmü, somutlaştırılmamış veya ayrıntıları ile belirtilmemiş olması nedeniyle evlilik birliğinin sarsılıp sarsılmadığı noktasında hâkime çok geniş takdir hakkı tanımıştır.
  2. Eldeki davada; TMK’nın 166. maddesine dayalı boşanma davası kadın eş tarafından açılmış, ilk derece mahkemesince boşanmaya sebep olan olaylarda davalı erkek eşin tam kusurlu olduğu kabul edilerek boşanma ve ferîlerine ilişkin hüküm kurulmuş, karar davalı erkek tarafından kusur belirlemesi, nafaka ve tazminatlara yönelik istinaf edilmiş, bölge adliye mahkemesince yapılan yargılamada boşanma kararının istinaf edilmemesi nedenine dayalı olarak tarafların kusur durumlarının kesinleştiği gerekçesiyle kusur belirlemesine ilişkin itirazın esası incelenmeksizin reddine karar verilmiştir.
  3. Kesin hüküm kural olarak hüküm fıkrasına münhasırdır ve gerekçeye sirayet etmez. Ancak gerekçe, hükme ulaşmak için mahkemece yapılan hukuki ve mantıki tahlil ve istidlallerden (deliller) ibaret kalmayıp, hüküm fıkrası ile ayrılması imkânsız bir bağlılık içinde bulunuyor ise, istisnaen bu kısmın da kesin hükme dâhil olduğunu kabul etmek gerekir (YHGK, 14.11.2012 tarihli ve 2012/583 E., 2012/789 K. sayılı kararının gerekçesinden). Öte yandan maddi anlamda kesin hükmü düzenleyen 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 303. maddesine göre kesin hüküm ancak konusunu oluşturan husus hakkında geçerlidir. Kesin hüküm vardır denilebilmesi için davanın taraflarının, dava konusunun ve dayanılan sebebin aynı olması gerekir.
  4. Açıkça vurgulanmalıdır ki; gerekçenin kural olarak kesin hüküm etkisi bulunmamaktadır. Gerekçe; hâkimin tespit etmiş olduğu maddi vakıalar ile hüküm fıkrası arasında köprü görevi yapar. Hükmün gerekçe bölümünde sabit görülen vakıalardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebep açıklanır. Hâkim gerekçe sayesinde verdiği hükmün doğru olup olmadığını bir başka ifadeyle kendi kendini denetler. İstinaf mahkemesi ve Yargıtay da, bir hükmün hukuka uygun olup olmadığını ancak gerekçe sayesinde denetleyebilir. İşte bu sebeplerle hükmün gerekçe bölümü maddi hukuk anlamında kesinlikten tamamen arındırılmış olmayıp, öğretide ve uygulamada, hüküm fıkrasına sıkı sıkıya bağlı olan gerekçenin kesin hüküm etkisi olduğu kabul edilmektedir.
  5. Medeni Kanunumuzda boşanma sebepleri özel ve genel boşanma sebepleri olmak üzere iki grupta düzenleme altına alınmıştır. Boşanma hukukuna yön veren temel ilkeler; irade ilkesi, kusur ilkesi, evlilik birliğinin sarsılması ilkesi, elverişsizlik ilkesi ve eylemli ayrılık ilkesi olarak beş grupta toplanmaktadır. Kanun’un 166. maddesinde yazılı boşanma sebebi esasen evlilik birliğinin sarsılması ilkesine dayalıdır. Söz konusu hüküm uyarınca evlilik birliği, eşler arasında ortak hayatı çekilmez duruma sokacak derecede temelinden sarsılmış olduğu takdirde, eşlerden her biri kural olarak boşanma davası açabilir ise de, Yargıtay bu hükmü tam kusurlu eşin dava açamayacağı şeklinde yorumlamaktadır. Çünkü tam kusurlu eşin boşanma davası açması tek taraflı irade ile sistemimize aykırı bir boşanma olgusunu ortaya çıkarır. Boşanmayı elde etmek isteyen kişi karşı tarafın hiçbir eylem ve davranışı söz konusu olmadan, evlilik birliğini, devamı beklenmeyecek derecede temelinden sarsar, sonra da mademki “birlik artık sarsılmıştır” diyerek, boşanma doğrultusunda hüküm kurulmasını talep edebilir. Böyle bir düşünce, kimsenin kendi eylemine ve tamamen kendi kusuruna dayanarak bir hak elde edemeyeceği yönündeki temel hukuk ilkesine aykırı düşer (TMK m.2). Nitekim benzer ilkeye HGK’nın 04.12.2015 T., 2014/2-594 E. ve 2015/2795 K. sayılı kararında da değinilmiştir. Bu durumda kusur ilkesine göre genel sebeple (TMK m. 166/1) boşanmaya karar verebilmek için davalının az da olsa kusurlu olması gerekir. Yargıtay’ın uygulamaları ile vücut bulan ve ağır kusurlu eşinde boşanma talep edebilmesini düzenleyen TMK’nın 166/2. maddesine göre az kusurlu durumda olan davalı eşin açılan davaya itiraz hakkı olduğu unutulmamalıdır. Böyle bir durumda hâkim “ileri sürülen itirazın, hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğuna ve ayrıca evlilik birliğinin devamında davalı ve çocuklar bakımından korunmaya değer bir yarar kalmadığı” kanaatine vardığı takdirde boşanmaya karar verebilecektir. Başka bir ifadeyle davacının ağır kusurlu olduğu durumlarda, az kusurlu davalının boşanmak istememesi tek başına hâkimin davayı reddetmesini gerektirmez, az kusurlu eşin karşı çıkmasının hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğu, ayrıca eş ve çocuklar için korunmaya değer bir yararın kalmadığının anlaşılması karşısında hâkim boşanma kararı vermelidir. Aynı şekilde maddenin üçüncü fıkrasında tarafların anlaşarak boşanma kararı almaları ve dördüncü fıkrasında eylemli ayrılıkları neticesinde evlilik birliğinin temelinden sarsıldığı kabul edilmiştir.
  6. Bu noktada kusur ve nedensellik bağı kavramlarının da açıklanmasında yarar vardır. Boşanma nedeniyle yoksulluk nafakası ve tazminat ödenmesine karar verilebilmesi için; bir eşin “kusurlu davranışları” ile diğer eşte “tazminatlar yönünden zarar oluşumu ve yoksulluk nafakası yönünden ise yoksulluğa düşme durumu” arasında “nedensellik bağı” olmasını gerektirir. Daha açık bir ifadeyle eşte oluşan zarar ve yoksulluğa düşme olguları; boşanmaya sebep olan olaylarda gerçekleştiği kabul edilen kusurlu davranışlar nedeniyle oluşmalıdır. Hâkim; olayların alışılan akışına ve yaşam deneyimlerine göre, kusurlu eşin boşanmaya sebebiyet veren eylemlerinin, diğer eşte ağır zarar yaratması ve eşin boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek olması arasında uygun nedensellik bağını kurduğu takdirde tazminat ve nafaka ödenmesine karar verebilir.
  7. Tüm bu anlatılanlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde; genel boşanma sebebinin düzenleme altına alındığı TMK’nın 166. maddesine dayalı boşanma davalarının evlilik birliğinin temelinden sarsılması ilkesine bağlı olduğu, burada hâkimin evlilik birliğinin temelinden sarsıldığına kanaat getirdiği durumlarda boşanmaya karar verebileceği, tarafların boşanmaya sebep olan olaylarda tespit edilen kusur belirlemesinin ise sadece boşanmanın değil, boşanmanın feri sonuçlarını kapsayan velayet, tazminat ve nafakalar yönünden de sonuca etkili olduğu, bu nedenlerle genel boşanma sebebine dayalı davalarda tarafların kusur belirlemesine ilişkin gerekçe ile boşanma hüküm fıkrası arasında sıkı sıkıya bir bağlılıktan söz edilemeyeceği kuşkusuzdur.
  8. Gerekçesi açısından bugün de geçerliliğini koruyan 07.02.1945 gün ve 4/19 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda açıklandığı üzere; dava dilekçesinde talep sonucu bölümünde davacı neye karar verilmesini başka bir ifadeyle davalının neye mahkûm edilmesini istediğini açıkça yazar. Kuşkusuz talebin birden fazla istemleri kapsaması halinde davacının talep sonucu, asıl talep ve feri talepler olmak üzere iki bölümden oluşur. Davacının birden fazla davasını aynı dava dilekçesi ile açması halinde bu durum “objektif dava birleşmesi” olarak tanımlanır ve davacının her davaya ait talep sonucunu açıkça ve ayrı ayrı göstermesi gerekir. Davanın esasına ilişkin bu taleplerin yanı sıra davacı talep sonucu bölümünde eğer mevcutsa feri nitelikte taleplerde da bulunabilir. Dava dilekçesinin, talep sonucu açısından özetlenen bu niteliklerine paralel olarak yapılan yargılama sonucu verilen kararın hüküm fıkralarında; davacının esasa ilişkin asıl talep ve feri talepleri iki bölüm halinde değerlendirilir ve bu taleplerin tamamı hakkında ayrı ayrı hüküm kurulması gereklidir (HMK m. 297).
  9. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 23.06.1993 tarihli ve 1993/2-133 E., 1993/481 K. sayılı kararında; boşanma hükmünün asıl hüküm olan boşanma kararı yanında boşanmaya bağlı feri hükümlerden oluşan adeta bir kombine hüküm mahiyetine haiz olduğu, bu feri hükümlerin ise bozucu inşai nitelikte ve evlilik birliğini sona erdiren boşanma kararına bağlı ancak ondan bağımsız bir karakterinin ve işleyişinin bulunmadığı, yine bu feri hükümlerin bir kısmının inşaya yönelik olabileceği gibi bir kısmının tespit veya edime ilişkin olabileceği açıklanmıştır. Sonuç olarak boşanma kararı ile eşler arasında evlilik bağını çözen ve evlilik birliğini sona erdiren boşanma unsurunun yanı sıra feri unsurlarla da eşlerin boşanma nedeniyle uğrayacakları kişisel ve mali sonuçlar da hüküm altına alınmaktadır.
  10. Bilindiği gibi davanın tarafları; ilk derece mahkemesince aleyhlerine verilen kararlara karşı, HMK’nın 341 ila 373. maddeleri arasında düzenleme altına alınan hükümler uyarınca sırasıyla istinaf veya temyiz kanun yollarına başvuru hakkına sahiptirler. Süresi içerisinde aleyhine kanun yoluna başvurulmayan kararlar kesinleşirler. Kuşkusuz ki davanın tarafları hükmün bir kısmını kanun yoluna taşırken diğer kısmını kanun yoluna taşımayabilirler. Özellikle objektif dava birleşmesi halinde verilen hüküm taleplerinden yalnızca biri veya bir kısmı kanun yoluna konu edilebilir. Bu hal doktrinde kısmi istinaf/temyiz olarak adlandırılmaktadır. Hükmün tamamının değil de aleyhe olan bir veya daha fazla kısmının kanun yoluna konu edilmiş olması halinde hükmün kanun yoluna konu edilmeyen kısmı kesinleşir. Burada kesinleşmeden maksat kesin hüküm olup, usule ilişkin kazanılmış hak değildir. Çünkü burada kesinleşen yönler; bozma kararının kapsamı dışında kalması nedeni ile değil, süresinde itiraz edilmediği için kesinleştiği hususu tartışmasızdır. Benzer hususlar HGK’nın 25.03.1992 tarihli ve 1992/2-121 E., 1992/197 K.; 30.11.1994 tarihli ve 1994/2-570 E., 1994/769 K. sayılı kararları ile de benimsenmiştir.
  11. Yapılan açıklamaların ışığı altında somut olaya gelince; tarafların 13.09.1971 tarihinde evlendikleri, bu evlilikten ergin yedi çocuklarının bulunduğu, boşanma davasının kadın eş tarafından açıldığı, ilk derece mahkemesince boşanmaya sebep olan olaylarda davalı erkek eşin sorumsuz davranışlar sergilediği, evle ve çocuklarla ilgilenmediği, eşine ve çocuklarına karşı hakaret ettiği, davacıya şiddet uyguladığı şeklinde gerçekleşen davranışlarıyla tam kusurlu, kadın eşinse kusursuz olduğu kabul edilerek tarafların boşanmalarına ve boşanmanın ferilerine ilişkin hüküm kurulduğu, kararın davalı erkek tarafından açıkça kusur belirlemesi, nafaka ve tazminatlara ilişkin kısmen istinaf edildiği görülmüştür. Bölge adliye mahkemesince yapılan yargılamada, tarafların boşanma hükmünü istinafa konu etmemesi nedeniyle boşanmaya sebep olan olaylarda ilk derece mahkemesince gerçekleştirdikleri tespit edilen kusurlu davranışlarında bu sayede kesinleştiği ve boşanma hüküm gerekçesinin artık kesin hüküm teşkil ettiği belirtilerek tarafların kusurlarına ilişkin itirazın esası incelenmeksizin reddine karar verildiği anlaşılmıştır. Hâlbuki yukarıda açıkça üzerinde vurgulandığı şekilde; kesin hüküm kural olarak hüküm fıkrasına münhasırdır. Gerekçenin ise; hüküm fıkrası ile ayrılması imkânsız bir bağlılık içinde bulunması halinde istisnaen kesin hüküm etkisinin olduğu kabul edilmektedir. Genel boşanma sebebinin düzenlendiği, evlilik birliğinin sarsılması nedenine dayalı boşanma davalarının doğrudan birliğin temelinden sarsılması ilkesine bağlı olması nedeni ile tarafların kusur durumlarının gösterildiği gerekçe bölümü ile boşanma hüküm fıkrası arasında sıkı bir ilişki bulunmakla birlikte, bu ilişki birbirinden ayrılması imkânsız bir bağ yaratmamaktadır. Zira boşanma davalarında; eşlerin boşanmaya sebebiyet veren olaylarda tespit edilen kusur durumlarını gösteren gerekçe, boşanma hükmü yanında, boşanmanın feri niteliğindeki velayet, tazminat ve nafaka istemlerine ilişkin kurulan hükmün tümünün gerekçesidir. Boşanma davasıyla belirlenen “kusur unsurunun” tespit edildiği gerekçe bölümünün kesin hüküm ve kesin delil oluşturduğundan söz edilebilmesi için yukarıda anlatıldığı şekilde kusur belirlemesi aleyhine olağan kanun yoluna başvurulmaksızın veya kanun yollarına başvurularak tüketilmiş olması sonucunda ancak kesin hüküm oluşturduğundan söz edilebilir. O hâlde; TMK’nın 166. maddesinin 1 ve 2. fıkralarına dayanan boşanma davalarında, hükmün boşanmaya ilişkin bölümünün temyiz edilmemiş olması boşanma hükmü bakımından kabul edilmiş olan kusuru, bunu açıkça temyize getirmiş olması koşuluyla boşanmanın feri sonuçları bakımından aleyhine kesinleştirmeyecektir. Boşanma hükmü kesinleşen karar sonrasında ayrılan taraflar, yeni hayatlarına devam edebilecekler, yargılama ise; itiraz edilen yönler üzerinden devam eder hale gelecektir. Aksinin kabulü yasal düzenleme ve hakkaniyete aykırı olacağı gibi, kararı bir bütün olarak temyiz etme zorunluluğu yaratması nedeniyle boşanma kararının alınmasını zorlaştıracak ve neticede sosyolojik ve toplumsal bir soruna da sebebiyet verecektir.
  12. Tüm bu nedenlerle hüküm fıkrasının boşanmaya ilişkin bölümünün istinafa konu edilmeyerek kesinleştiği buna bağlı olarak da hükmün gerekçe bölümünün artık kesin hüküm etkisinde olduğundan söz edilemez. Davada haklı çıkan tarafın dahi hukuki menfaati olduğu takdirde temyiz hakkı olduğu gözetildiğinde tarafların ilk derece mahkemesince yapılan kusur belirlemesine karşı hükmün boşanma fıkrasına yönelik bölümünden bağımsız şekilde istinaf kanun yoluna başvurabilecekleri şüphesizdir. O hâlde; bölge adliye mahkemesince yapılacak olan iş; tarafların kusurlu davranışlarına ilişkin tüm deliller birlikte değerlendirilerek tarafların kusur durumunun belirlenmesi ve bu belirlemeye bağlı olarak boşanmanın fer’i niteliğinde bulunan talepler hakkında karar vermekten ibarettir.
  13. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce boşanma kararının istinaf edilmeyerek kesinleşmesi ile boşanmaya esas alınan kusur belirlemesinin de kesinleşeceği ve istinaf başvurusuna konu edilemeyeceği gerekçesiyle bölge adliye mahkemesinin davalı vekilinin kusur belirlemesine yönelik itirazın esastan reddine ilişkin direnme kararının onanarak, sair temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerektiği yönünde görüş bildirilmiş ise de bu görüş yukarıda açıklanan sebeplerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
  14. Hâl böyle olunca direnme kararının, açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerle bozulması gerekmiştir.

SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;

Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda yazılı değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı BOZULMASINA,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,

Kesin olmak üzere, 11.03.2021 tarihinde yapılan ikinci görüşmede, oy çokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY

Hükümde bulunması gereken hususlar HMK 297. maddede sayılmış olup; hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir (HMK 297/2).

Hükümde, hüküm sonucunun yer alması yeterli olmayıp ayrıca bu hüküm sonucunun gerekçesi de bulunmalı ve bu gerekçe; tarafların iddia ve savunmalarının özetini, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delilleri, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesini, sabit görülen vakıalarla bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebepleri de içermelidir (HMK 297/1-ç). Bu hususları içermeyen bir gerekçe görünürde gerekçe olup gerçek bir gerekçe kabul edilemeyeceği gibi usulüne uygun Kanunun aradığı anlamda gerekçe taşıyan bir hüküm kurulduğundan da söz edilemez.

Bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli olarak yazılmasının zorunlu olması 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 141/3. maddesinde anayasal bir ilke olarak yer almaktadır.

Hükümde gerekçe bulunması zorunluluğu yukarıdaki hükümler yanında HMK 298/3. maddede ayrıca belirtilmiştir.

Bu zorunluluk, hükmün gerekçesi ile hüküm fıkrası arasında çelişki yaratılmamasını da gerektirir. Gerekçeyle çelişen bir hüküm sonucunun da Kanun ve Anayasa hükmü olarak aranan anlamda bir gerekçe içerdiği kabul edilemez.

Gerekçeli karar, tefhim edilen hüküm sonucuna aykırı olamaz (HMK 298/3). Bu aynı zamanda Anayasanın 141/1. ve HMK 28. maddesindeki aleniyet ilkesinin de bir sonucudur. Zira tefhim edilen karara aykırı gerekçe yazılması aleniyet ilkesinin açık ihlâli niteliğini taşıyacaktır.

Yukarıdaki hükümlerin de bir sonucu olarak gerekçeli karar; hüküm sonucu kadar gerekçesiyle de bir bütün olup hüküm sonucu ve gerekçe birbirini tamamlamaktadır. Bu bağlılık ve tamamlayıcılık, hüküm sonucu ve gerekçenin birbirinden bağımsız olmadığını ve sabit görülen vakıaları da belirten gerekçeden bağımsız olarak hüküm sonucunun kesinleşmeyeceğini ortaya koymaktadır.

Gerekçe ile hüküm sonucu arasındaki ilişki bakımından şekli anlamda kesin hüküm ve maddi anlamda kesin hüküm kavramları üzerinde de durmak gerekir. Şekli anlamda kesin hüküm kesinleşmiş bir hükmün varlığının ortaya çıkması, maddi anlamda kesin hüküm ise kesinleşen bir karar varken aynı konuda yeniden dava açılamayacağı ve bu hükme aykırı yeni bir hüküm verilemeyeceğiyle ilgilidir.

Bir mahkeme kararına karşı başvurulabilecek kanun yolunun hiç olmaması veya mevcut olan kanun yollarının tüketilmesi ya da süresinde kanun yollarına başvurulmaması hâllerinde şekli anlamda kesinlik gerçekleşir.

Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir (HMK 303/1).

“Kesin hüküm, hükmü veren mahkeme de dâhil bütün mahkemeleri bağlar. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse mahkemeler aynı konuda, aynı dava sebebine dayanarak, aynı taraflar hakkında verilmiş olan hüküm ile bağlıdırlar; aynı uyuşmazlığı bir daha (yeniden) inceleyemezler; bu hâliyle kesin hüküm bir defi değil itirazdır. Bu bağlılık kural olarak hüküm fıkrasına münhasırdır ve gerekçeye sirayet etmez. Ancak gerekçe hükme ulaşmak için mahkemece yapılan hukuki ve mantıki tahlil ve istidlallerden (delillerden yargıya varma) ibaret kalmayıp, hüküm fıkrası ile ayrılması imkânsız bir bağlılık içinde bulunuyor ise istisnaen bu kısmın da kesin hükme dâhil olduğunu kabul etmek gerekir. Hangi gerekçenin hüküm fıkrasına sıkı sıkıya bağlı olduğu her olayın özelliğine göre belirlenir.” (Yargıtay HGK’nın 06.11.2018 T. 2016/22-393 E. 2018/1612 K. ve 06.05.2018 T. 2017/19-1628 E.-2018/1098 K. sayılı kararları).

Usuli kazanılmış hak ile maddi anlamda kesin hüküm birbirinden farklı kavramlardır. Usuli kazanılmış hak henüz kesin hükmün oluşmadığı bir davadaki aşamalarla ilgilidir. Bir tarafın hükme karşı kanun yolu başvurusunda bulunmaması, bulunmakla birlikte bazı kısımları için kanun yolu isteği olmaması veya, mahkemenin bozma kararına uyması gibi nedenlerle usuli kazanılmış hak doğabilir.

Usuli kazanılmış hak, ilgili kısımların şekli veya maddi anlamda kesin hüküm oluşturacak şekilde kesinleşmesi değildir. Bu nedenledir ki usuli kazanılmış hakkın istisnalarının söz konusu olduğu, yeni bir kanun hükmü veya içtihadı birleştirme kararı çıkması gibi bazı hâllerde usuli kazanılmış hak söz konusu olmayacak ve gerçekleşen bu aşamalara rağmen farklı bir karar verilebilecektir. Karar kesinleştikten sonra ise bu usuli kazanılmış haklar bir önem taşımayacak ve bu kazanılmış haklara aykırı bir karar verilmiş olsa bile kanun yoluna başvurulmayarak kesinleşmesi ile artık kesinleşen hüküm esas alınarak değerlendirme yapılacaktır.

Hükmün verilmesi ve kanun yolu aşamalarında bu usuli kazanılmış haklar da gözetilerek verilen kararlar ile kesin hüküm oluştuktan sonra artık bu kesin hükme müdahalede bulunulamaz. Kesin hükmün dava şartı olarak düzenlenmesi (HMK 114/1-i) ile bu yasak; taraflar için aynı konuda yeniden dava açılabilmesini, mahkeme için ise bu kesin hükme aykırı olarak davayı görmesi ve karar vermesini engeller.

Bir hükmün şekli anlamda kesinleşmesinden sonra o hükmün kesin hüküm etkisi ortaya çıkar. Aynı davanın, daha önceden açılmış ve görülmekte olmaması (derdestlik) dava şartı ise de (HMK 114/1-ı), görülmekte olan dava kesinleşmiş ise derdestliğe ilişkin dava şartı eksikliği ortadan kalkacak bunun yerine yine bir dava şartı olan kesin hüküm (HMK 114/1-i) devreye girecektir.

Kesin hükmün etkisinin ortaya çıkması için davanın açıldığı tarihin yani davanın önce, sonra veya birlikte açılmış olmasının önemi olmadığı gibi kesin hükmün oluştuğu kararın aynı dosyada veya farklı bir dosyada verilmiş olmasının da önemi yoktur. Yeter ki maddi anlamda kesin hüküm oluşturan şekli anlamda kesinleşmiş bir karar bulunsun.

Bu usul kuralları yanında evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedenine dayalı boşanma davaları için hüküm sonucu ve gerekçe bağlantısı yönünden maddi hukuk kurallarının da değerlendirilmesi gerekir.

Evlilik birliği, ortak hayatı sürdürmeleri kendilerinden beklenmeyecek derecede temelinden sarsılmış olursa, eşlerden her biri boşanma davası açabilir (TMK 166/1).

Yukarıdaki fıkrada belirtilen hâllerde, davacının kusuru daha ağır ise, davalının açılan davaya itiraz hakkı vardır. Bununla beraber bu itiraz, hakkın kötüye kullanılması niteliğinde ise ve evlilik birliğinin devamında davalı ve çocuklar bakımından korunmaya değer bir yarar kalmamışsa boşanmaya karar verilebilir (TMK 166/2).

Bu hükümlerden görülmektedir ki boşanma kararı verilebilmesi için davalının kusurunun bulunması gerekir. Davalı kusursuz ise HMK 166/3. maddedeki istisna dışında boşanma kararı verilmesi mümkün değildir.

Kusur boşanma için arandığı kadar boşanmanın ferî niteliğindeki bazı talepler için de önemli bir unsurdur. TMK 174. maddedeki maddi ve manevi tazminat ile TMK 175. maddedeki yoksulluk nafakası da kusuru esas alan bir düzenleme içermektedir.

Bu tazminatlar ve nafakada esas alınacak kusur, tarafların dayandığı vakıaları değerlendirerek mahkemenin sabit kabul ettiği ve bunlara dayalı olarak boşanmaya karar verdiği vakıalardan ortaya çıkan kusurdur. Diğer bir ifadeyle 174 ve 175. maddede yer verilen kusur unsuru tarafların boşanmaya sebebiyet veren vakıalardaki kusur durumunu esas almaktadır.

“Türk Hukuku’nda kusurlu olup olmama durumu boşanmanın mali sonuçları yönünden önem taşıdığı dikkate alındığında, kusur ve nedensellik bağı kavramlarının da açıklanması gerekmektedir. Boşanma nedeniyle yoksulluk nafakası ve tazminat ödenmesine karar verilebilmesi için; bir eşin “kusurlu davranışları” ile diğer eşte “tazminatlar yönünden zarar oluşumu ve yoksulluk nafakası yönünden ise yoksulluğa düşme durumu” arasında “nedensellik bağı” olmasını gerektirir. Daha açık bir ifadeyle eşte oluşan zarar ve yoksulluğa düşme olguları; boşanmaya sebep olan olaylarda gerçekleştiği kabul edilen kusurlu davranışlar nedeniyle oluşmalıdır. Hâkim; olayların alışılan akışına ve yaşam deneyimlerine göre, kusurlu eşin boşanmaya sebebiyet veren eylemlerinin, diğer eşte ağır zarar yaratması ve eşin boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek olması arasında uygun nedensellik bağını kurduğu takdirde tazminat ve nafaka ödenmesine karar verebilir. Hâkim, evlenmeden önce olan ya da boşanmaya sebep olmayan olayları nedensellik bağının kurulmasında ölçü olarak alamaz. İşte bu sebeple; eşlerin kusurlu davranışlarının boşanmaya sebep olup olmadığı yönünde kurulması gereken “nedensellik bağı” kavramının, boşanmaya sebep olduğu iddia edilen vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediği hususunu inceledikten sonra tarafların boşanmalarına karar verilmesinin gerekip gerekmediğine hükmeden mahkeme tarafından yapılmış olması gerekliliği hususu kuşkusuzdur. Zira taraflar yönünden boşanma kararını veren hâkim: o evliliğe münhasır, tarafların boşanmaya sebep olan kusurlu davranışlarını belirlemiş ve boşanma kararı vermiştir. Tartışmasız olduğu üzere, taraflar yönünden boşanmaya sebep olan olay veya olaylar artık belirlenmiştir. Boşanma kararının verildiği hükmün kesinleşmesi itibariyle, artık o evlilik nedeniyle doğmuş veya doğacak olan tüm davalar boşanma kararının verildiği mahkeme kararında yer alan kusur belirlemesi ile bağlıdır ve bu durumun doğal sonucu olarak yapılan kusur belirlemesi, başka bir mahkemenin kararında tartışılamayacağı gibi yeniden kusur belirlemesi yapılmasına da imkân tanımayacaktır.” (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2017/2-2291 Esas, 2020/845 Karar sayılı ve 04.11.2020 tarihli kararı & 24)

Boşanma davalarında gerekçede tartışılan ve sabit kabul edilen vakıalara dayalı olarak belirlenen kusur, hüküm sonucuyla sıkı sıkıya bağlıdır. Boşanma sonucuna karşı çıkılmamakla birlikte mahkemenin gerekçesine ve bu gerekçede belirlenen kusur belirlemesine karşı çıkılıyorsa yapılacak kanun yolu başvurusunun kapsamı bazı usuli kazanılmış haklar doğursa da boşanma hükmü ve gerekçesi bir bütün olarak kesinleşmeyecektir.

Bir yandan boşanma hükmünün kanun yoluna başvurulmayarak kesinleştiği kabul edilip, diğer yandan bu hükmün boşanmaya esas kusur yönünden kanun yoluna götürülebileceğini kabul etmek; hüküm sonucunun kesinleşmesi, bunun gerekçesinin ise kesinleşmemesi gibi hükümlerin gerekçeli olması zorunluluğuyla bağdaşmayan bir sonuç ortaya çıkaracaktır.

Boşanma hüküm sonucu kesinleşmiş olmasına rağmen, kusur temyizi nedeniyle boşanmaya sebep kabul edilen vakıaların tekrar tartışmaya açılabilecek ve farklı bir sonuca varılabilecek olmasının usulde hiçbir dayanağı olmadığı gibi maddi hukukla bağdaşmayan sonuçları da ortaya çıkacaktır. Örnek vermek gerekirse; kusura ilişkin istinaf veya temyiz başvuruları sonucu davacı tümüyle kusurlu hâle gelmiş ise veya her iki taraf tümüyle kusursuz hâle gelmiş ise boşanma koşulları gerçekleşmediği hâlde boşanmaya hükmedilmiş olacaktır.

Usul kurallarımızda hüküm sonucu ve gerekçesinin birbirinden bağımsız olarak kesinleştiğinin kabul edilmesini gerektirir bir hüküm bulunmadığı gibi yukarıda açıklanan hususlar gerekçe ve hüküm sonucu için şekli anlamda kesinliğin birlikte gerçekleşeceğini de ortaya koymaktadır.

Yukarıda yer verilen kurallar ve açıklamaların sonucu olarak boşanma sonucu istenmekle birlikte boşanmaya esas alınan vakıaların kabul ediliş biçimi ve buna bağlı olarak belirlenen kusur durumuna itiraz edilerek kanun yolu başvurusunda bulunulmuş ise burada hükmün gerekçesinin temyiz edilmesi söz konusudur. Gerekçenin doğru olmadığının ileri sürülmesiyle bu gerekçe kesinleşmediği gibi bu gerekçeye bağlanan hüküm sonucu da kesinleşmeyecektir. Buna rağmen boşanma hükmünün istinaf veya temyize götürülmediği belirtilerek kesinleştirilmesi isteniyor ve bu beyana dayalı olarak yargısal uygulamada boşanma kararının kesinleştiği ve nüfusa işlenebileceği kabul ediliyorsa artık bu boşanma kararı gerekçesiyle ve gerekçede sabit kabul edilen vakıalar ve buna bağlanan kusur derecesiyle kesinleşmiş olacak ve kesinleşmeyen ferî talepler yönünden bu kesin hükmün varlığı dikkate alınacaktır.

Somut olayda boşanma hükmünün istinafa konu edilmeyerek kesinleştiği, bölge adliye mahkemesi hukuk dairesi ile özel daire arasında uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık boşanma hüküm sonucu kesinleşmiş olmasına rağmen kusura ilişkin istinaf başvurusu yapılması hâlinde boşanma hükmünün gerekçesi ve bu gerekçede sabit kabul edilen vakıalar ve buna bağlı kusur durumunun yeniden incelenip incelenemeyeceği noktasındadır. Bunun bir diğer anlamı boşanma hüküm sonucu kesinleştiği hâlde bu hüküm sonucu gerekçesinin kesinleşmemiş sayılarak istinaf incelemesine konu edilip edilmeyeceğidir.

Mahkeme ile özel daire; boşanma hükmünün kesinleştiğini kabul ettiğine göre burada usuli kazanılmış hak değil maddi anlamda kesin hüküm söz konusu olacaktır. Boşanma hükmü kusura bağlı olduğundan kusura ilişkin gerekçe de kesin hüküm oluşturacaktır. Kesin hüküm oluşturan gerekçe karşısında artık gerekçede yer alan sabit kabul edilen vakıaların ve buna bağlı belirlenen kusurun istinaf aşamasında tekrar değerlendirilerek farklı bir sonuca varılabilmesi mümkün değildir.

Yargısal uygulamalarda boşanma davası kesinleştikten sonra açılan boşanmaya bağlı yoksulluk nafakası ile maddi ve manevi tazminat davalarında boşanma davasında kesinleşen kusurun bağlayıcı olacağı da kabul edilmektedir. Boşanma kararının bu davalar açılmadan kesinleşmiş olması ile boşanma kararının aynı dava içinde kesinleşerek kesin hüküm hâline gelmiş olması hâline birbirinden farklı usul sonuçları bağlanmasına dayanak teşkil edebilecek bir usul kuralı da bulunmadığından bu hâlde dahi kesin hükme değer verilerek sonuca gidilmelidir.

Boşanma hüküm sonucunun kesinleştiği ancak gerekçesinin kesinleşmediği kabul edilerek boşanma sonucu için sabit kabul edilen vakıaların boşanmaya bağlı olarak hükmedilecek yoksulluk nafakası ve tazminat talepleri için kaldırılıp değiştirilmesi gerekçesiz biçimde bir hükmün kesinleşebileceğini kabul etmek anlamına gelecektir. Boşanma gerekçesinin kesinleştiği kabul edildiğinde ise, boşanma için sabit kabul edilen vakıalar ile yoksulluk nafakası ve tazminat talepleri için sabit kabul edilen vakıalar farklı hâle gelebilecektir. Her iki durum; boşanma ve ferîlerine ilişkin maddi hukuk kurallarıyla bağdaşmayacağı kadar usulün temellerinden olan gerekçe ve hüküm sonucu ilişkisi, hükmün gerekçeli olması kadar bu gerekçenin çelişki içermemesi zorunluluğuyla da bağdaşmayacaktır.

Yukarıda yapılan açıklama ve sözü edilen kurallarla birlikte somut olay değerlendirildiğinde, boşanma kararının temyiz edilmeyerek kesinleşmesi ile boşanmaya esas olan kusurun da kesinleşeceği ve istinaf başvurusuna konu edilemeyeceğine değinen direnme kararı yukarıda açıklanan esaslara uygun olarak verilmiş olduğu için direnme uygun bulunarak buna göre işin esasının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerektiği görüşünde olduğumuzdan hükmün bozulması yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyoruz.

Boşanma Kararının Kısmi Olarak Kesinleşmesi

Davalarınızda uzman boşanma avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan Boşanma Avukatı | Ankara Boşanma Davaları


Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.

Boşanma Kararının Kısmi Olarak Kesinleşmesi
Boşanma Kararının Kısmi Olarak Kesinleşmesi

 

Tahliye Davası Nedir ve Nasıl Açılır?

Tahliye davası nasıl açılır? Tahliye davası nedir? Kiracının tahliyesi için ne yapılabilir? gibi sorular kiralayan tarafından merak konusudur.

Tahliye Davası

Tahliye davaları, kiralayan veya yeni malik tarafından açılan ve halk arasında boşaltma davası olarak bilinen davalardır. Bu davalar, kiracıyı ev veya iş yeri gibi kiralanandan çıkarmak için kanunda belirtilen belirli nedenlere dayanır. Türk Borçlar Kanunu’nda kira sözleşmelerine ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Konut ve çatılı iş yeri kiralarıyla ilgili düzenlemeler ise ayrı bir şekilde ele alınmıştır.

Kiracı ve kiralayan arasında kira sözleşmesi yapılır ve bu sözleşme ile bir kira ilişkisi kurulur. Genellikle kira sözleşmeleri bir yıl süreyle yapılır ve herhangi bir fesih olmadığı takdirde sözleşme aynı şartlarla bir yıl daha uzatılır. Ancak bazı durumlarda kiralanmış yerin tahliye edilmesi gerekebilir. Kiracı, rızaen tahliye etmeyi kabul etmezse kiralayan, aleyhine tahliye davası açarak kiralanmış yerin tahliyesini sağlar.

Kanun, kira sözleşmesinin keyfi nedenlerle sona erdirilmemesi ve mağduriyetlerin önlenmesi amacıyla tahliye davası açılabilecek nedenleri belirtmiştir. Dolayısıyla kiralayan, tahliye davası açmak istediğinde davasını kanunda belirtilen bu nedenlere dayandırmalıdır.

Tahliye Davalarında Görevli ve Yetkili Mahkeme Neresidir?

Tahliye davalarında görev ve yetki konusu da önemlidir. İlamsız icra yoluyla açılacak tahliye davalarında görevli mahkeme icra mahkemeleridir. Diğer tahliye davalarında ise görevli mahkeme sulh hukuk mahkemeleridir. Genel olarak taşınmazın bulunduğu yer sulh hukuk mahkemesi yetkilidir. Ancak tahliye davası taşınmazın aynına ilişkin olmadığından, bu yetki kesin değildir. Tahliye davası, davalının yerleşim yeri veya sözleşmenin ifa edileceği yerde de açılabilir.

Hangi Nedenlerle Tahliye İstenebilir?

Türk Borçlar Kanunu’nda tahliye nedenleri sayılmıştır. Tahliye davaları; yazılı tahliye taahhüdü nedeniyle, bildirim yoluyla kira sözleşmesinin feshedilmesi nedeniyle, kiraya verenin konut veya iş yeri ihtiyacı nedeniyle, yeni malikin konut veya iş yeri ihtiyacı nedeniyle, kiralanan yerin yeniden inşası veya imarı nedeniyle, kira bedelini ödemeyen kiracının iki haklı ihtarı nedeniyle, kiracının temerrüde düşmesi nedeniyle tahliye davası açılabilir. Kiracı, kira bedelini ödememek veya kira sözleşmesinde belirtilen diğer yükümlülüklerini yerine getirmemek gibi nedenlerle temerrüde düşebilir. Kiralayan, kiracının bu şekilde temerrüde düştüğünü kanıtlayarak tahliye davası açabilir.

Tahliye davası, kiracının kiralanan yerde oturmaya veya iş yapmaya devam etmesine engel olmak amacıyla açılır. Kiracının tahliye edilmesi istendiğinde, kiralayan tarafından yazılı bir ihtar gönderilir. İhtarın içeriği, tahliye talebini ve kiracının temerrüde düştüğünü açıkça belirtmelidir. Kiracı, ihtar süresi içinde kira borcunu ödeme veya diğer yükümlülüklerini yerine getirme şansına sahiptir. Ancak bu süre içinde kiracı, ihtarı dikkate almaz veya kira borcunu ödemezse, kiralayan tahliye davası açabilir.

Tahliye davasının sonucunda, mahkeme kiracının tahliyesine karar verebilir ve gerekli emri çıkarabilir. Tahliye kararının uygulanması için icra işlemleri başlatılabilir ve kiracı, zorla tahliye edilebilir. Bu süreçte, tarafların hak ve yükümlülüklerine ilişkin kanunlar ve kira sözleşmesinde yer alan hükümler dikkate alınır.

Ancak tahliye davaları her zaman aynı süreçte sonuçlanmaz. Mahkemeler, davanın türüne, delillerin sunulmasına, tarafların savunmalarına ve diğer faktörlere bağlı olarak farklı kararlar verebilir. Her durumda, tahliye davası sürecinde tarafların yasal temsilcileri veya avukatlarıyla iletişim kurmaları ve gerekli yasal adımları takip etmeleri önemlidir.

Tahliye Davası Nasıl Açılır?

Davalarınızda uzman tahliye avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan Kira Avukatı | Ankara Tahliye Davaları


Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.

Tahliye Davası Nasıl Açılır?
Tahliye Davası Nasıl Açılır?

Belirli Süreli İş Sözleşmeleri ve Kıdem Tazminatı

İş hukukunda, iş ilişkisinin belirli veya belirsiz süreli olarak yapılabileceği bilinmektedir. Belirli süreli iş sözleşmesi, tarafların belirli bir süre için iradelerini birleştirmesiyle kurulan sözleşme türüdür. Öte yandan, belirsiz süreli iş sözleşmesi, iş ilişkisinin süreye bağlı olmadığı ve işveren ile işçi arasında herhangi bir süre sınırlamasının bulunmadığı sözleşme türüdür. | Öğretmen Kıdem Tazminatı

4857 sayılı İş Kanunu’na göre, işçinin kıdem tazminatına hak kazanabilmesi için iş sözleşmesinin varlığı, en az 1 yıllık çalışma şartı ve tazminata hak kazanacak şekilde fesih ya da iş sözleşmesinin sona ermesi gerekmektedir. Belirli süreli iş sözleşmelerinde ise işçi, sürenin bitiminde otomatik olarak kıdem tazminatı hakkı elde etmez. Ancak, işverenin belirli süreli iş sözleşmesini yenilememe iradesini ortaya koyması durumunda, işçinin kıdem tazminatına hak kazanma koşulları araştırılmalıdır.

Özel Öğretim Kurumlarında Çalışan Öğretmen Kıdem Tazminatı Alabilir Mi?

Özel öğretim kurumları, 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu tarafından düzenlenmektedir. Kanuna göre, özel öğretim kurumlarında çalışan yönetici, öğretmen, uzman öğretici ve usta öğreticiler ile kurucu veya kurucu temsilcisi arasında yapılan iş sözleşmeleri en az bir takvim yılı süreli olmak zorundadır. Bu durumda, belirli süreli iş sözleşmeleri özel öğretim kurumlarında yaygın olarak kullanılan bir uygulamadır.

Belirli süreli iş sözleşmesinin sona ermesi durumunda, işçinin kıdem tazminatı hakkı, İş Kanunu’nun 14. maddesi uyarınca değerlendirilmelidir. Söz konusu maddeye göre, belirli süreli iş sözleşmelerinin süresi sona erdiğinde işçiye kıdem tazminatı ödenmez. Ancak, işveren belirli süreli iş sözleşmesini yenilememe kararı alırsa ve işçi 1 yıldan fazla süreyle aynı işverende çalışmışsa, işçi kıdem tazminatına hak kazanabilir.

Bu durumda, davacının belirli süreli iş sözleşmesi süresi sona erdiği için iş sözleşmesinin kendiliğinden sona erdiği savunması dikkate alınmalıdır. Ancak, davacının aynı işverenle 1 yıldan fazla süreyle çalışmış olması halinde kıdem tazminatı talebi değerlendirilmelidir.

HGK., E. 2015/922 K. 2017/316 T. 22.2.2017

Taraflar arasındaki “işçilik alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kütahya İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 06.11.2012 gün ve 2011/501 E.- 2012/710 K. sayılı kararın temyizen incelenmesinin davalı şirket vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin 04.02.2013 gün ve 2013/71 E.- 2013/1642 K. sayılı kararı ile;

“…Davacı vekili, taraflar arasındaki hizmet sözleşmesinin davalı işverence haksız olarak feshedildiğini belirterek kıdem tazminatının hüküm altına alınmasını talep etmiştir.

Davalı vekili, iş sözleşmesinin davalı tarafından feshinin söz konusu olmadığını, taraflar arasındaki sözleşmenin süreli sözleşme olması sebebiyle süre sonunda sözleşmenin kendiliğinden sona erdiğini, bu sebeple davanın kıdem tazminatına hak kazanamayacağını beyanla davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece taraflar arasında belirli süreli iş sözleşmesi bulunduğu, sözleşmenin takip eden dönemde haklı bir sebep olmaksızın yenilenmediği bu sebeple davacının kıdem tazminatına hak kazanacağı gerekçesiyle kabulüne karar verilmiştir.

Kararı davalı taraf temyiz etmiştir.

4857 sayılı İş Kanunu’nun 120. maddesi gereği halen yürürlükte olan 1475 sayılı İş Kanunu’nun 14. maddesinde işçiye hangi hallerde kıdem tazminatı ödeneceği sayılmıştır. Bu hüküm, mutlak emredici olup, yorum yoluyla genişletilemez.

Somut olayda, davacı, taraflar arasında imzalanan sözleşme içeriğine göre davalı bünyesinde belirli süreli iş sözleşmesi ile çalışmıştır. Süre sonunda işverence herhangi bir bildirim yapılmaksızın iş sözleşmesi kendiliğinden sona ermiş olmakla davacı kıdem tazminatına hak kazanamaz. Mahkemece davanın reddi yerine kabulüne karar verilmesi hatalıdır…”

gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, kıdem tazminatı alacağının tahsili istemine ilişkindir.

Davacı vekili müvekkilinin davalı şirkete ait özel okulda 01.09.2006 tarihi itibariyle Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya başladığını, iş sözleşmesinin 05.09.2011 tarihinde ihbar önellerine uyulmaksızın, haklı ya da geçerli bir neden de gösterilmeksizin kıdem tazminatı ödenmeden feshedildiğini ileri sürerek kıdem tazminatı alacağının davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı şirket vekili davacının belirli süreli hizmet sözleşmesi ile davalı işyerinde çalıştığını ve sözleşme süresinin sona ermesi nedeniyle iş sözleşmesinin kendiliğinden sonlandığını, bu nedenle kıdem tazminatı talep koşullarının oluşmayacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece davacının davalı işyerinde belirli süreli hizmet sözleşmesi ile çalışmakta iken sözleşmenin yeni dönem için haklı bir neden olmaksızın davalı yanca yenilenmediği ve yenilememede davalı işverenin haklı nedenlerinin varlığını kanıtlayamadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Davalı vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece yukarıda başlık kısmında yazılı gerekçe ile bozulmuştur.

Yerel Mahkeme, “…somut olayda çözümü gereken husus belirli süreli iş sözleşmelerinde, süre sonunda kendiliğinden sona eren iş sözleşmesi neticesi kıdem tazminatına hak kazanılıp kazanılmayacağı noktasında toplanmaktadır. Kıdem tazminatına hak kazanmanın koşulları, iş sözleşmesinin varlığı, en az 1 yıllık çalışma şartı, tazminata hak kazanacak şekilde fesih ya da iş sözleşmesinin sona ermesidir. İş hukukunun temel prensibi sözleşmelerin belirsiz süreli olmasıdır. İstisnai olarak veya kanunla düzenlenmiş olması halinde belirli süreli olabilir. 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu daha sonra değişikliğe uğramış ve 5580 sayılı Kanunda, düzenlenecek olan sözleşmenin belirli süreli olacağı belirtilmiştir. Ancak kanundaki düzenleme eğitim hizmetlerinin aksamaması amacına yöneliktir. Eğitim ve öğretim hizmeti veren öğretmenlerin yapmış olduğu hizmet ve bu gaye ile düzenlenen iş akdi, belirli bir işin yapılmasıyla sona erecek nitelikte değildir. İş hukukunun işçiyi koruma amacı ve kıdem tazminatının işçinin yıpranmasının ve geçmiş emeklerinin karşılığı düzenlenmiş bir kurum olması dikkate alındığında belirli, belirsiz süreli sözleşme düzenlenmesine göre bir farklılık yaratılması mümkün değildir. Belirli süreli iş sözleşmesinin işçi tarafından yenilenmeyeceğinin bildirilmesi halinde kıdem tazminatına hak kazanılamayacaktır. İşveren tarafından yenilenmeyeceğinin bildirilmesi veya 4857 sayılı yasanın 25/2 bendinde gösterilen sebepler dışında fesih halinde ise kıdem tazminatına hak kazanılacaktır.” gerekçesiyle önceki kararda direnmiştir.

Direnme kararını davalı Şirket vekili temyiz etmiştir.

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık yasal zorunluluk nedeniyle sözleşmesi bir yıl üzerinden akdedilen, belirli süreli hizmet sözleşmesi ile öğretmen olarak çalışan ve süre sonunda sözleşmesi yenilenmeyen davacının kıdem tazminatına hak kazanıp kazanmadığı noktasında toplanmaktadır.

818 sayılı Borçlar Kanununun (mülga) 338. maddesinde, “Hizmet akdi, muayyen bir müddet için yapılmış yahut böyle bir müddet işin maksut olan gayesinden anlaşılmakta bulunmuş ise, hilafı mukavele edilmiş olmadıkça feshi ihbara hacet olmaksızın bu müddetin müruriyle, akit nihayet bulur” kuralı mevcuttur. Anılan hükme göre, belirli süreli hizmet sözleşmesinin kurulması için, tarafların belirli süreli iş sözleşmesi yapma konusunda iradelerinin birleşmesi yeterlidir.

Belirli ve belirsiz süreli hizmet sözleşmesine ilişkin düzenlemenin bulunduğu 4857 sayılı İş Kanununun 11. maddesindeki, “İş ilişkisinin bir süreye bağlı olarak yapılmadığı halde sözleşme belirsiz süreli sayılır. Belirli süreli işlerde veya belli bir işin tamamlanması veya belirli bir olgunun ortaya çıkması gibi objektif koşullara bağlı olarak işveren ile işçi arasında yazılı şekilde yapılan iş sözleşmesi belirli süreli iş sözleşmesidir. Belirli süreli iş sözleşmesi, esaslı bir neden olmadıkça, birden fazla üst üste (zincirleme) yapılamaz. Aksi halde iş sözleşmesi başlangıçtan itibaren belirsiz süreli kabul edilir. Esaslı nedene dayalı zincirleme iş sözleşmeleri, belirli süreli olma özelliğini korurlar” şeklinde düzenleme ile bu konudaki esaslar belirlenmiştir. Borçlar Kanunundaki düzenlemenin aksine, iş ilişkisinin süreye bağlı olarak yapılmadığı hallerde sözleşmenin belirsiz süreli sayılacağı vurgulanarak, ana kuralın belirsiz süreli sözleşme olduğu kabul edilmiştir.

İş sözleşmesinin süresinin kanunla belirlenmesi halinde, Kanunda belirtilen süreye uygun olarak yapılan sözleşmelerin belirli süreli olmasının yasal bir zorunluluktan kaynaklanması nedeniyle bu sözleşmelerde objektif nedenin varlığı aranmayıp, sözleşmenin zincirleme olarak birden fazla yapılması halinde de belirsiz süreli sözleşmeye dönüşmesi söz konusu değildir.

Bilindiği üzere, özel öğretim kurumları, 08.06.1965 tarih ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununu yürürlükten kaldıran 08.02.2007 tarih ve 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu ile düzenlenmektedir.

5580 sayılı Kanunun 9. maddesi uyarınca özel öğretim kurumlarında çalışan yönetici, öğretmen, uzman öğretici ve usta öğreticiler ile kurucu veya kurucu temsilcisi arasında yapılacak iş sözleşmelerinin en az bir takvim yılı süreli ve yazılı olması gerekmektedir. Yapılan iş sözleşmesinde görevin, türü, süresi, ders sayısı, aylık ücret veya ders saati başına verilecek ücret miktarı, terfi süreleri, zam oranları, sözleşmenin uzatılması, feshi şartlarının belirtilmesi gerektiği gibi mevzuata aykırı olmamak kaydıyla sözleşmeye isteğe bağlı özel şart ve hükümler konulması da mümkündür.

Halen yürürlükte olan ve kıdem tazminatını düzenleyen 1475 sayılı İş Kanununun 14. maddesinde “Bu Kanuna tabi işçilerin hizmet akitlerinin…” cümlesi ile iş sözleşmesinin belirli ya da belirsiz süreli olmasının kıdem tazminatına hak kazanma açısından önemli olmadığı belirtilmiştir. Burada önemli olan fesih iradesinin kim tarafından ortaya konulduğu ve kıdem tazminatına hak kazanma koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğidir. Örneğin belirli süreli iş sözleşmesini 4857 sayılı İş Kanununun 24. maddesi uyarınca haklı nedenle fesheden işçi bir yıllık kıdem koşulu gerçekleştiği takdirde kıdem tazminatına hak kazanacaktır. Elbette kural olarak belirli süreli iş sözleşmesi kararlaştırılmış ve süre sonunda taraflardan herhangi biri fesih iradesini ortaya koymamış ise iş sözleşmesinin kendiliğinden sona ereceği açıktır. Ancak belirli süreli iş sözleşmesinin sona ermesinden önce taraflardan biri yenilememe iradesini ortaya koymuş ise burada yenilemeyen tarafın iradesine göre kıdem tazminatına hak kazanılıp kazanılamayacağı araştırılmalıdır. İşveren yenilememe iradesini göstermiş ve haklı nedene dayanmıyor ise bir yıllık kıdem koşulu gerçekleştiği takdirde kıdem tazminatı ödenmelidir.

Hizmet ilişkisine İşveren Tarafından Son Verilmesi Hakkında 158 sayılı Uluslararası Çalışma Sözleşmesine göre; bu sözleşmenin koruyucu hükümlerinden kaçınmak amacıyla belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasına karşı yeterli güvenceler alınması gerektiği vurgulanmıştır (m 2/3). Bu nedenle gerek 158 sayılı İLO Sözleşmesi, gerekse iş hukukuna egemen olan “işçi lehine yorum” ilkesi gözetildiğinde, kanun gereği belirli süreli kabul edilen sözleşmeyi, haklı bir neden olmaksızın yenilememe iradesini gösteren işverenin koşulların var olması halinde sona eren sözleşme nedeniyle kıdem tazminatından sorumlu olduğunun kabulü gerekir.

Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde, davacının çalıştığı iş yerinde halen görev yapan müdür yardımcısının, henüz sözleşme devam ederken 2011 yılı Ağustos ayında davacının sözleşmesinin yenilenmeyeceğini beyan ettiği ve 2011 Eylül döneminde okula yeni bir Türkçe öğretmeni alındığı konusundaki tanık beyanları, davacının davalıya çekmiş olduğu ihtarname ve Kütahya Bölge Çalışma Müdürlüğüne yapmış olduğu başvuru birlikte değerlendirildiğinde, davacının birer yıllık belirli süreli sözleşmeler ile 2006 yılından bu yana Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya devam ettiği ve her yıl sözleşmesinin yenilendiği, 2011 yılında ise davacının, sözleşmesinin yenilenmesini beklemesine rağmen davalı işveren tarafından herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin sözleşmenin yenilenmemiş olması nedeniyle davacının kıdem tazminatına hak kazandığı kabul edilmelidir. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 26.11.2014 gün, 2013/22-1443 E.-2014/958 K. sayılı kararında da aynı türde uyuşmazlıkla ilgili olarak davacının iş sözleşmesinin sürenin sonunda işverence haklı bir neden gösterilmeksizin yenilenmemesi nedeniyle kıdem tazminatı taleplerinin kabulünün gerekeceği kabul edilmiştir.

Hal böyle olunca tarafların karşılıklı iddia ve savunmaları, dosyadaki tutanak ve kanıtlar, mahkeme kararında açıklanan gerektirici nedenler gözetildiğinde, yerel mahkemenin davalı işyerinde belirli süreli sürekli iş sözleşmesi ile çalışan davacının, iş sözleşmesinin yeni dönem için haklı bir neden olmaksızın davalı tarafça yenilenmediği, bu itibarla somut olayda davacının kıdem tazminatı talep koşullarının gerçekleştiği gerekçesi ile davanın kabulüne karar vermesinde bir isabetsizlik bulunmadığından, usul ve yasaya uygun direnme kararının onanması gerekir.

S O N U Ç: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı şirket vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile temyiz olunan direnme kararının ONANMASINA, aşağıda dökümü yazılı (492,71 TL) harcın temyiz edenden alınmasına, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 22.02.2017 gününde oybirliği ile karar verildi.

Karar Özeti: Hukuk Genel Kurulu tarafından incelenen ve direnme kararının temyiz edildiği bu davada, davalı şirkete ait özel bir okulda Türkçe öğretmeni olarak çalışan davacının kıdem tazminatı alacağının tahsili istemiyle dava açtığı görülmektedir. Davacı, iş sözleşmesinin ihbar süresine uyulmaksızın ve haklı bir neden gösterilmeden feshedildiğini ileri sürerek kıdem tazminatının davalıdan tahsilini talep etmektedir. Davalı ise sözleşmenin belirli süreli olduğunu ve sözleşmenin süresi sona erdiği için iş sözleşmesinin kendiliğinden sona erdiğini savunmaktadır.

Mahkeme Kıdem Tazminatı Davasında Neye Bakar?

Mahkeme, davacının belirli süreli iş sözleşmesinin yenilenmemesi durumunda kıdem tazminatı hakkı olup olmadığını belirlemek üzere davayı inceler. Davacının iş sözleşmesinin süresi sona erdiği ve yenilenmediği kesinleşirse, işçinin kıdem tazminatı talebi reddedilebilir. Ancak, davacının işveren tarafından iş sözleşmesinin feshedildiğini kanıtlaması durumunda kıdem tazminatı talebi kabul edilebilir.

Bu nedenle, davacının iş sözleşmesinin feshedildiğini kanıtlaması halinde ve 1 yıldan fazla süreyle aynı işverende çalışmış olması durumunda kıdem tazminatı talebinin değerlendirilmesi gerekmektedir. Mahkeme, tarafların sunacağı delilleri ve kanıtları dikkate alarak bu konuda bir karar verecektir.

Özel Okulda Çalışıyorum Kıdem Tazminatı Alabilir Miyim?

Belirtmek gerekir ki, hukuki süreçler davaya bakan mahkemenin yetkisi ve delil durumuna göre farklılık gösterebilir. Bu nedenle, somut bir dava için kesin bir sonuç elde etmek için dava dosyasının incelenmesi ve mahkeme kararının beklenmesi gerekmektedir.

Davalarınızda uzman iş avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan İş Avukatı | Ankara İşçi Davaları


Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.

Öğretmen Kıdem Tazminatı
Öğretmen Kıdem Tazminatı

İşe İade Davası Nasıl Açılır?

İş hukuku kapsamında, işverenler tarafından geçerli olmayan ve keyfi olarak yapılan fesih işlemlerine karşı işçiler sıkça işe iade davası veya işe geri dönüş davası olarak da bilinen dava yoluna başvurmaktadır. | İşe İade Davası

İş Kanunu, belirli şartlar dahilinde iş sözleşmesi haksız olarak feshedilen işçilere işe iade davası açma hakkı tanımaktadır. İş Kanunu’nun 18/1. maddesi şu şekildedir:

‘’Otuz veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde en az altı aylık kıdemi olan işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesini fesheden işveren, işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanmak zorundadır. (Ek cümle: 6552 – 10.9.2014 / m.2) “Yer altı işlerinde çalışan işçilerde kıdem şartı aranmaz.”

İşe İade Davasının Şartları Nelerdir?

İşe iade davasını açabilmek için aşağıdaki şartlar bulunmalıdır:

    1. İş Kanunu veya Basın İş Kanunu’na tabi olmak: İş Kanunu veya Basın İş Kanunu’na tabi olmayan işçiler işe iade şartlarından yararlanamazlar.
    2. İşyerinde 30 veya daha fazla işçi çalıştırılması: İşe iade davası açabilmek için fesih tarihinde işverene ait işyerinde 30 veya daha fazla işçi çalıştırılmalıdır. Birden fazla işyeri olan işverenlerde, toplam işçi sayısı dikkate alınır.
    3. İşçinin en az altı aylık kıdeminin bulunması: İşe iade davası açmak için işçinin işyerinde en az 6 ay kıdem sahibi olması gerekmektedir.
    4. İş sözleşmesinin belirsiz süreli olması: İşe iade davası açabilmek için iş sözleşmesinin belirsiz süreli olması gerekmektedir.
    5. İş sözleşmesinin işveren tarafından geçerli bir neden olmaksızın feshedilmesi: İşçinin işe iade davası açabilmesi için iş sözleşmesinin geçerli bir nedene dayanmadan işveren tarafından feshedilmiş olması gerekmektedir.
    6. İşveren vekili ve yardımcısı olmamak: İşveren vekili veya yardımcısı olan kişiler işe iade davası açma hakkından yararlanamazlar.

İşe İade Davası Ne Zaman Açılır?

İşe iade davası fesih bildiriminin işçiye tebliğ edildiği tarihten itibaren 1 ay içerisinde açılmalıdır. Fesih bildirimi yazılı olarak yapılmalı ve fesih nedenleri açık bir şekilde belirtilmelidir. İşçinin savunmasının alınması ve fesih nedeninin somut olarak ispatlanması gerekmektedir.

İşe İade Davası Hangi Mahkemede Açılır?

İşe iade davalarında görevli mahkeme İş Mahkemesidir. Dolayısıyla davanın iş mahkemesinde açılması gerekmektedir. Eğer ki davanız görevli mahkemede açılmazsa davanız reddedilecektir.

İşe İade Davasından Önce Arabuluculuk Şart Mıdır?

7036 sayılı yeni İş Mahkemeleri Kanunu (İşMK) ile Türk Hukuku’nda iş davaları bakımından zorunlu arabuluculuk kabul edilmiş, İş Mahkemeleri Kanunu’nun 3. maddesi ile bu konuda oldukça ayrıntılı bir düzenleme yapılmıştır. İş uyuşmazlıklarının tümü için değil, belirli iş uyuşmazlıkları için zorunlu arabuluculuk söz konusudur. Bunların içinde işe iade talepleri de yer almaktadır. Yeni İş Mahkemeleri Kanunu, 4857 sayılı İş Kanunu’nda da (İşK) değişiklik yapmıştır. Bu değişiklikler kapsamında işe iade talepleri ve davaları da yer almaktadır.

İşveren İşe Başlatmazsa Ne Olur?

İşe iade davasının sonucunda, fesih geçersiz kabul edilirse işçinin işe iadesine ve işçiye tazminat ödenmesine karar verilir. İşveren, işçiyi işe başlatmak zorunda olup başlatmaması durumunda işçiye tazminat ve iş güvencesi tazminatı ödemekle yükümlüdür.

İşe İade Sonucu Ne Kadar Tazminat Ödenir?

İşverence geçerli sebep gösterilmediği veya gösterilen sebebin geçerli olmadığı mahkemece veya özel hakem tarafından tespit edilerek feshin geçersizliğine karar verildiğinde işveren, işçiyi bir ay içinde işe başlatmak zorundadır. İşçiyi başvurusu üzerine işveren bir ay içinde işe başlatmaz ise işçiye en az dört aylık ve en çok sekiz aylık ücreti tutarında tazminat ödemekle yükümlü olur. Mahkeme veya özel hakem feshin geçersizliğine karar verdiğinde işçinin işe başlatılmaması halinde ödenecek tazminat miktarını da belirler. Kararın kesinleşmesine kadar çalıştırılmadığı süre için işçiye en çok dört aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer hakları ödenir.

Davalarınızda uzman iş avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan İş Avukatı | Ankara İşçi Davaları


Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.

İşe İade Davası
İşe İade Davası

Covid-19 Para Cezası İadesi, Pandemi Para Cezası İadesi

COVID-19 salgınına ilişkin idari para cezalarıyla ilgili olarak alınan bir Anayasa Mahkemesi kararı incelenmiştir. Kararda, 7420 sayılı Kanun’un geçici 4. maddesinde yer alan bir kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu belirtilmektedir. Covid-19 Para Cezası İadesi | Covid-19 Tedbirleri Kaynaklı Para Cezasının İadesi | Maske Cezası İptali | Pandemi Para Cezası İadesi | Maske Cezası İadesi

Söz konusu kural, COVID-19 salgınıyla mücadele kapsamında uygulanan idari para cezalarının tebliğ edilmeyeceğini ve tahsil edilen cezaların iade edilmeyeceğini öngörmektedir. Başvuru kararında ise bu durumun hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik ilkelerine aykırı olduğu ve eşitlik ilkesinin ihlal edildiği savunulmaktadır.

Anayasa Mahkemesi, kanun koyucunun tahsil edilemeyen alacaklar için kolaylaştırıcı tedbirler alabileceğini ve bu konuda takdir yetkisine sahip olduğunu belirtmektedir. Ancak, söz konusu kuralın diğer muhataplarla farklı bir muamele oluşturduğu ve bunun makul bir sebebe dayanmadığı vurgulanmaktadır.

Covid-19 Para Cezası İadesi Avukat

Salgının hızlı yayılmasını önlemek amacıyla alınan tedbirlerin vatandaşların yeterli bilgi sahibi olmamasından kaynaklanan uyum sorunlarını göz önünde bulundurması gerektiği ifade edilmektedir. Bu nedenle, idari para cezası alan kişiler arasında farklılık yaratmanın nesnel ve makul bir sebebe dayanmadığı sonucuna varılmıştır.

Ayrıca, daha önceki bir kararda da sokağa çıkma yasağını ihlal etme fiili özelinde benzer bir durumun Anayasa’ya aykırı olduğu belirtilmiştir.

Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi, söz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğuna karar vermiş ve iptal etmiştir. Bu karar, COVID-19 salgınıyla ilgili idari para cezalarının uygulanmasında adalet ve eşitlik ilkesine uygunluğu önemli ölçüde etkileyecektir.

Covid-19 Kapsamında Tahsil Edilmiş Olan İdari Para Cezalarının İade Edilmemesini Öngören Kuralın Eşitlik İlkesine Aykırı Olduğu Gerekçesiyle İptali

Anayasa Mahkemesi 5/4/2023 tarihinde E.2023/44 numaralı dosyada, 7420 sayılı Gelir Vergisi Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un geçici 4. maddesinin ikinci cümlesinde yer alan “…tahsil edilmiş olan idari para cezaları iade edilmez.” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.

İtiraz Konusu Kural

7420 sayılı Kanun’un geçici 4. maddesinde, COVID-19 salgın hastalığının ülkemizde yayılmasını önlemek amacıyla 11/3/2020 tarihinden itibaren bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar verilen ve 7420 sayılı Kanun’un yayımlandığı tarih itibarıyla ilgilisine tebliğ edilmemiş olan idari para cezalarının tebliğ edilmeyeceği, tebliğ edilmiş olanların tahsilinden vazgeçileceği, bu maddenin yürürlük tarihinden önce işlenen söz konusu kabahatler için idari para cezası verilmeyeceği, tahsil edilmiş olan idari para cezalarının iade edilmeyeceği hükme bağlanmıştır. Anılan maddede yer alan “…tahsil edilmiş olan idari para cezaları iade edilmez.” ibaresi itiraz konusu kuralı oluşturmaktadır.

Başvuru Gerekçesi

Başvuru kararında özetle; idari para cezası düzenlenmesine rağmen henüz tahsil edilmeyen idari para cezalarının tahsilinden vazgeçilirken aynı nedenle tahsil edilmiş olan idari para cezalarının ilgilisine iade edilmemesinin hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik ilkelerine aykırı olduğu, aynı nedenden dolayı haklarında idari yaptırım uygulanan kişilerin farklı muameleye tabi tutulması suretiyle eşitlik ilkesinin ihlal edildiği belirtilerek kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

Mahkemenin Değerlendirmesi

COVID-19 salgın hastalığının ülkemizde yayılmasını önlemek amacıyla uygulanan idari para cezalarından tahsil edilmiş olanlar ile tahsil edilmemiş olanlar arasında farklı hüküm öngören kuralın mülkiyet hakkı bağlamında eşitlik ilkesi yönünden incelenmesi gerekmektedir.

Anayasa Mahkemesi, kanun koyucunun yasama yetkisinin genelliği ilkesi gereğince, anayasal ilkelere aykırı olmaması koşuluyla tahsil edemediği alacaklarının tahsilini gerçekleştirmek için birtakım kolaylaştırıcı tedbirler alma veya tahsilinden vazgeçme yolunu seçebileceğini ve bu hususta kamu alacakları arasında sınıflandırmaya gitme ve bu sınıflandırmayı yaparken esas alacağı benzerlik ve farklılıkları belirleme konusunda takdir yetkisine sahip olduğunu kabul etmektedir. Bununla birlikte Mahkeme, itiraz konusu kuralın anayasallık denetimi bakımından anılan kararlardan farklı özellikte olduğu değerlendirmiştir.

Kuralla, COVID-19 salgın hastalığının ülkemizde yayılmasını önlemek amacıyla uygulanan tüm idari para cezalarına ilişkin düzenleme yapılmış olup idari para cezasına tabi tutulan fiiller açısından herhangi bir ayrıma gidilmediği görülmektedir. Bu doğrultuda COVID-19 salgını ile mücadele etmek amacıyla alınan tedbirlere uyulmadığının tespit edildiği durumlara ilişkin olarak 1593 ve 5236 sayılı Kanunlara dayanılarak hakkında idari para cezası uygulananların karşılaştırma yapılmaya müsait olacak şekilde benzer durumda oldukları anlaşılmaktadır. Eşitlik ilkesinin gereği olarak karşılaştırma yapılmaya müsait olacak şekilde benzer durumda olanlar arasından bir kısmı lehine getirilen farklı düzenlemenin ayrıcalık tanınması niteliğinde olmaması için nesnel ve makul bir temele dayanması ve ölçülü olması gerekir.

Bu bağlamda daha önce karşılaşılmayan yeni tip bir virüs olan ve insandan insana temasla bulaşarak kısa sürede yayılabilen COVID-19 virüsünün bulaşıcılığının önlenebilmesi ve hastalığın yayılma hızının düşürülebilmesi için uygulanan tedbirlerin hızlı, yaygın ve etkili bir şekilde alınması nedeniyle pek çok vatandaş konu ile ilgili yeterli bilgisi olmamasından dolayı tedbirlere hemen uyum sağlayamamış ve tedbirlere uyamaması sonucunda idari para cezasına muhatap olmuştur. Bunun yanı sıra vatandaşın konu ile ilgili yeterli bilgisi olmaması nedeniyle getirilen tedbirlere uyamaması durumu, sadece takip ve tahsil işlemlerine başlanılmamış idari para cezalarının muhatapları açısından değil, hakkında uygulanan idari para cezasını ödeyenler için de geçerlidir. Bu nedenle söz konusu durumun salgın hastalığın ülkemizde yayılmasını önlemek amacıyla uygulanan idari para cezalarının muhataplarının farklı muameleye tabi tutulması için nesnel ve makul bir sebep olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Öte yandan söz konusu idari para cezalarının muhataplarının farklı muameleye tabi tutulmasını gerektirecek başkaca nesnel ve makul bir sebep tespit edilememiştir. Bu itibarla kuralla idari para cezalarının muhatapları arasında oluşturulan farklı muamelenin nesnel ve makul bir temele dayanmadığı sonucuna varılmıştır.

Bunun yanı sıra kararda, Anayasa Mahkemesinin Mustafa Karakuş ([GK], B. No: 2020/34781, 17/1/2023) kararı ile sokağa çıkma yasağını ihlal etme fiili özelinde COVID-19 salgın hastalığının ülkemizde yayılmasını önlemek amacıyla 1593 sayılı Kanun uyarınca uygulanan idari para cezalarının Anayasa’nın 38. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen suçta ve cezada kanunilik ilkesini ihlal ettiği sonucuna varıldığı da gözönünde bulundurulmuştur.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kuralın Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar vermiştir.

İlgili kararın tamamına ulaşmak için tıklayınız.

Covid-19 Para Cezası İadesi Avukatı

Davalarınızda ve başvurularınızda uzman avukattan yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Ankara Avukat | Anayasa Mahkemesi Başvurusu


Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.

Covid-19 Para Cezası İadesi
Covid-19 Para Cezası İadesi

Bozmadan Sonra Islah Yapılabilir Mi?

Bozma kararı sonrası ıslah yapılabilir mi? Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir kararla ilgili olarak bu soru üzerinde durulmaktadır. Bu makalede, Anayasa Mahkemesi’nin kararının ayrıntıları incelenerek bozma sonrası ıslah yapılabilirlik konusu ele alınacaktır. | Bozmadan Sonra Islah Yapılabilir Mi?

İlgili karara ilişkin somut uyuşmazlıkta, mahkeme kararının gerekçesine dayanak teşkil eden Yargıtay İçtihat Birleştirme Genel Kurulu (YİBGK) kararına değinilmektedir. YİBGK kararında, 1086 sayılı mülga Kanun’un 84. maddesine atıfta bulunularak ıslahın tahkikat ve yargılama safhalarında mümkün olduğu belirtilmektedir. Ancak bozma sonrasında tarafların bu hakkı kullanamayacakları anlaşılmaktadır. 1086 sayılı mülga Kanun ve 6100 sayılı Kanun’un ilgili maddelerinde bozmadan sonra ıslahın olanaklı olup olmadığına dair açık veya örtülü bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak bozmadan sonra ıslah yapılamayacağına dair genel kurallar içtihatlarla belirlenmiştir.

YİBGK kararında da bozmadan sonra ıslah yapılamayacağı yorumu, sadece ilk derece mahkemesindeki bozma kararından önceki yargılama sürecini kapsayacak şekilde sınırlanmıştır. Bozma kararından sonra tahkikata yönelik işlemlerin niteliğiyle ilgili herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır.

Ancak somut olayda, mahkemeler tarafından hükme esas alınan YİBGK kararlarıyla tahkikat aşamasının sadece ilk derece mahkemesinin bozma kararından önceki yargılama süreciyle sınırlı tutulduğu ve bozma kararları sonrasında tahkikat işlemlerinin yapıldığı durumlarda herhangi bir ayrım veya istisna yapılmadığı belirtilmektedir. Bu nedenle mahkemeler, bozma kararından sonra ıslah yapılmasının genel bir kural olarak mümkün olmadığını yorumlamaktadır. Ancak kanun koyucu da 28 Temmuz 2020 tarihli bir kanun değişikliğiyle, ilk derece mahkemesinin tahkikata ilişkin bir işlem yapması durumunda, tahkikat sona erinceye kadar ıslah yapılabilmesini açıkça düzenlemiştir.

Bu bağlamda, bozma kararından sonra tahkikat yapıldığı durumlarda ıslah talebinde bulunulmasının mevzuatta açık bir engel olmamasına rağmen, kategorik bir yaklaşımla her durumda bozma kararından sonra ıslah yapılmasının mümkün olmadığı şeklindeki yorumların öngörülemez olduğu ve anayasal anlamda kanuni bir dayanağa sahip olmadığı sonucuna varılmıştır.

Anayasa Mahkemesi, yukarıda belirtilen gerekçelerle adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

Bozmadan Sonra Islah Yapılabilir Mi?

Bozma sonrası ıslah yapılır mı konusu, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir karar üzerinden incelenmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, bozma sonrası ıslah yapılabilirlik konusunda açıklık getirmekte ve mahkemeye erişim hakkının önemini vurgulamaktadır.

“Bozmadan Sonra Islah Yapılabilir Mi?” sorusuyla İlgili Anayasa Mahkemesi Kararı ise şöyledir:

Olaylar

Başvurucunun eşi O.B. çalıştığı alışveriş merkezinde çıkan yangın sonucu ölmüştür. Başvurucu, söz konusu olay üzerine fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak kaydıyla maddi ve manevi tazminat talebiyle asliye hukuk mahkemesinde dava açmıştır. Anılan mahkemenin yetkisizlik kararı üzerine dosya 1. Asliye Hukuk Mahkemesi esasına kaydedilmiştir. O.B.nin annesi, babası ve kardeşlerinin 5. Asliye Hukuk Mahkemesinde açtıkları tazminat davası, başvurucunun açtığı tazminat davası ile birleştirilmiştir.

Asliye hukuk mahkemesi, uyuşmazlık konusu olayın 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu kapsamında yer aldığını ve iş kazası niteliğinde olduğunu belirterek mahkemenin görevsizliğine ve dosyanın görevli iş mahkemesine gönderilmesine karar vermiş; bu karar üzerine dosya iş mahkemesine gönderilmiştir. İş mahkemesi, bilirkişi raporunu değerlendirmiş ve maddi zararın kurumca bağlanan gelir ile karşılandığını belirterek maddi tazminat talebinin reddine, manevi tazminat talebinin ise kabulüne karar vermiştir. Temyiz edilen karar, bilirkişi raporları arasında çelişki olduğu gerekçesiyle Yargıtay tarafından bozulmuştur. Mahkeme, bozma kararı üzerine yeniden bilirkişi incelemeleri yaptırmıştır. Anılan bilirkişi incelemelerinden sonra başvurucu, mahkemeye sunduğu dilekçeyle maddi tazminat talebini ıslah ederek arttırmıştır. Mahkeme davanın kabulüne karar vermiştir. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun (YİBGK) kararı doğrultusunda bozmadan sonra ıslah yapılmasının mümkün olmadığı gerekçesiyle Yargıtay, bu kabul kararını bozmuştur. Bozma kararı üzerine mahkeme, dava dilekçesi ile talep edilen miktar ile bağlı kalarak maddi ve manevi tazminata hükmetmiş, temyiz edilen karar Yargıtay tarafından onanmıştır.

İddialar

Başvurucu; ıslah talebinin tahkikata devam edilmesine rağmen bozma kararından sonra ıslah yapılamayacağı gerekçesiyle reddedilmesi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.

Mahkemenin Değerlendirmesi

A. Mahkemeye Erişim Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia Yönünden

Somut uyuşmazlıkta mahkeme kararının gerekçesine dayanak teşkil eden YİBGK’nın söz konusu kararında; 1086 sayılı mülga Kanun’un 84. maddesinde, ıslahın yalnız tahkikat ve yargılama safhalarında yani tahkikat bitinceye ve hüküm verilinceye kadar mümkün olabileceğinin kastedildiği ve tahkikat ve yargılama devresinden sonra tarafların bu hakkı kullanamayacaklarının anlaşıldığı ifade edilmiştir.1086 sayılı mülga Kanun ile 6100 sayılı Kanun’un ilgili maddelerinde bozmadan sonra ıslahın olanaklı olmadığına yönelik açık veya örtülü bir hüküm yer almamaktadır. Bozmadan sonra ıslah yapılamayacağına yönelik genel kurallar içtihatlarla belirlenmiştir. YİBGK’nın kararında bozmadan sonra ıslah yapılamayacağına yönelik yorum yapılırken tahkikat aşaması ilk derece mahkemesindeki bozma kararından önceki yargılama süreciyle sınırlandırılmış, bozma kararından sonra tahkikata yönelik işlemlerin niteliğine dair herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır.

Somut olay bakımından mahkemelerce hükme esas alınan YİBGK kararlarıyla tahkikat aşaması sadece ilk derece mahkemesinin bozma kararından önceki yargılama süreci ile sınırlandırılmış ve bozma kararları sonrasında tahkikat işlemlerinin yapıldığı hâller yönünden herhangi bir ayrım ve istisnaya yer verilmemiştir. Dolayısıyla mahkemelerce bütün uyuşmazlıklar yönünden bozma kararından sonra ıslah yapılmasının mümkün olmadığı şeklindeki kategorik bir biçimde yapılan yorumun mahkemeye erişim hakkını önemli ölçüde sınırladığı söylenebilir. Nitekim kanun koyucu da 28/7/2020 tarihli kanun değişikliği ile ilk derece mahkemesinin tahkikata ilişkin bir işlem yapması hâlinde tahkikat sona erinceye kadar ıslah yapılabileceğini açıkça düzenlemiştir.

Bu açıklamalar ışığında bozma kararından sonra bozma kararı uyarınca tahkikat yapıldığı durumda ıslah talebinde bulunulmasına yönelik mevzuatta açık bir engel bulunmamasına karşın, kategorik bir yaklaşımla hiçbir istisnaya yer vermeden her durumda bozma kararından sonra ıslah yapılmasının mümkün olmadığı hususundaki yorumların öngörülemez olduğu ve bu yorumların anayasal anlamda kanunilik ölçütüne uygun olmadığı sonucuna varılmıştır.

Başvuruya konu yargılamada, bozma kararından sonra bozma kararı uyarınca tahkikata yönelik işlemler yapılması nedeniyle tahkikat aşamasına dönüldüğü hâlde salt bozma kararından sonra ıslah yapılamayacağı gerekçesiyle başvurucunun ıslah talebinin kabul edilmemesi suretiyle mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia Yönünden

Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği tarih esas alınır. İş mahkemeleri nezdinde görülen davalarda yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır. Anılan ilkeler dikkate alındığında 17 yıl 3 aylık yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varılmıştır.

Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

(İlgili Kararın tamamına ulaşmak için: https://www.anayasa.gov.tr/tr/haberler/bireysel-basvuru-basin-duyurulari/bozma-kararindan-sonra-islah-yapilamayacagi-gerekcesiyle-islah-talebinin-reddedilmesi-nedeniyle-mahkemeye-erisim-hakkinin-ihlal-edilmesi/ )

Davalarınızda ve başvurularınızda uzman avukattan yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Ankara Avukat | Anayasa Mahkemesi Başvurusu


Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.

Bozmadan Sonra Islah Yapılabilir Mi
Bozmadan Sonra Islah Yapılabilir Mi

BLUE CARD: RIGHTS AND APPLICATION PROCESS FOR TURKISH CITIZENS ABROAD

Turkish citizens residing abroad may be deprived of many rights provided by the country they reside in if they do not have dual citizenship. To prevent this situation and protect the rights of Turkish citizens, the blue card application offers an important solution. The blue card is an official document used to protect many rights that Turkish citizens possess. Having knowledge about the blue card application is crucial for the protection of rights and prevention of grievances.

What is the Blue Card?

The blue card is an official document given to Turkish citizens residing abroad to enable them to exercise their rights. With the blue card, citizens can continue to benefit from most of the rights enjoyed by Turkish Republic citizens and some social security-related rights. Additionally, the blue card can be used as an official identification document, replacing the need for a national ID card. Citizens holding a blue card are not treated as foreigners in official matters.

Who Can Apply for the Blue Card?

Those eligible to apply for a blue card are individuals who are born as Turkish Republic citizens but are at risk of losing their Turkish citizenship due to obtaining permission to reside in another country, along with their descendants up to the third degree. To be eligible for a blue card, two important conditions must be met:

The person must have at least one parent who is a Turkish Republic citizen by birth. It is sufficient for only one parent to be a Turkish citizen to meet this requirement. They must obtain an exit permit from the Ministry of Interior. Individuals who lose Turkish citizenship due to reasons other than obtaining permission to reside in another country cannot apply for a blue card.

RIGHTS AND LIMITATIONS OF BLUE CARD HOLDERS

Blue card holders can reside in Turkey without any time restrictions and can benefit from many rights granted to Turkish citizens. However, blue card holders are deprived of certain rights, which include:

The right to vote and be elected The right to import vehicles and household goods with exemption The right to hold primary and permanent public service positions The obligation to fulfill military service

Application Process

To apply for a blue card, a written petition must be prepared, stating the request for the card and including a photograph of the applicant. Additionally, official documents certified by the relevant authorities indicating the applicant’s foreign citizenship should be submitted during the application process.

If the application is deemed lawful, a blue card will be issued and delivered to the applicant. The process can be carried out through population directorates in Turkey or Turkish missions abroad. Once the blue card is issued, the process is complete, and the descendants of the cardholder are registered in the registry of blue card holders.

Changes and Loss

Blue cards can be changed under certain circumstances. Requests for changes may be based on card loss, renewal, new registration, or birth, among others. Blue card holders are responsible for notifying the relevant authorities of such changes. There is no specific information in the law regarding the validity period of the blue card.

Children of Blue Card Holders

Children of blue card holders can also become blue card holders through applications made by their parents. In such cases, applications should be made using the legal procedures.

In conclusion, the blue card application is an important document that enables Turkish citizens living abroad to protect and exercise their rights. Blue card holders can reside in Turkey, enjoy many rights, and are subject to certain limitations. It is important to be cautious about the application process and what to do in case of card loss.

Seeking assistance from an expert attorney in your legal cases and applications will ensure your legal protection. For detailed information, you can visit our Law Office in Ankara or contact us at our phone number (0312 268 34 34). | Blue Card Attorney | Blue Card Application


The articles on this website are for informational purposes only. We do not assume any responsibility for the content of these articles. In the event that these articles are copied, published, or distributed without permission and without proper attribution, necessary legal actions will be taken.

blue card
blue card

Mavi Kart Nedir? – Mavi Kart Başvuru Avukat

“Mavi Kart: Yurt Dışında Türk Vatandaşları için Haklar ve Başvuru Süreci”

 Yurt dışında ikamet eden Türk vatandaşları, çifte vatandaşlık hakkına sahip olmadıkları durumlarda bulundukları ülkenin sağladığı birçok haktan mahrum bırakılabilmektedir. Bu durumu önlemek ve Türk vatandaşlarının haklarını korumak amacıyla geliştirilen mavi kart uygulaması önemli bir çözüm sunmaktadır. Mavi kart, Türk vatandaşı olarak sahip olunan birçok hakkın korunmasına yardımcı olmak için kullanılan bir resmi belgedir. Mavi kart uygulaması hakkında bilgi sahibi olmak, hakların korunması ve mağduriyetin önlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. | Blue Card

Mavi Kart Nedir? Blue Card

Mavi kart, yurt dışına çıkan Türk vatandaşlarının haklarını kullanabilmeleri için verilen resmi bir belgedir. Mavi kart sayesinde vatandaşlar, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çoğu hakkından yararlanma imkanına sahip olurken aynı zamanda sosyal güvenlikle ilgili bazı hakları da kullanmaya devam edebilirler. Ayrıca, mavi kart resmi kimlik belgesi olarak kullanılabilir ve nüfus cüzdanının yerine geçebilir. Mavi karta sahip olan vatandaşlar, resmiyette yabancı olarak işlem görmezler.

Kimler Mavi Kart Alabilir?

Mavi kart alma hakkına sahip olanlar, doğumla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve çıkma izni alması sonucunda Türk vatandaşlığını kaybetmek durumunda kalan kişiler ile bu kişilerin üçüncü dereceye kadar altsoylarıdır. Mavi kart alabilmek için iki önemli şart bulunmaktadır:

  1. Kişinin doğduğunda anne veya babasının Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması gerekmektedir. Bu şart için yalnızca bir ebeveynin Türk vatandaşı olması yeterlidir.
  2. İçişleri Bakanlığı’ndan çıkma izni alınmış olması gerekmektedir. Türk vatandaşlığından farklı bir sebep ile çıkan veya atılan kişiler mavi kart başvurusunda bulunamazlar.
Mavi Kart Sahiplerinin Hakları ve Kısıtlamaları

Mavi kart sahipleri Türkiye’de herhangi bir süre kısıtlamasına tabi tutulmaksızın kalabilirler. Ayrıca, Türk vatandaşlarına tanınan birçok haktan da yararlanabilirler. Ancak, mavi kart sahipleri bazı haklardan mahrum kalırlar. Bu haklar şunlardır:

  1. Seçme ve seçilme hakkı
  2. Muafiyetle araç ve ev eşyası ithal etme hakkı
  3. Asli ve sürekli kamu hizmeti görevlerinde bulunma hakkı
  4. Askerlik yapma yükümlülüğü

Başvurusu ve Süreci

Mavi kart başvurusu için öncelikle yazılı bir dilekçe hazırlanmalıdır. Dilekçe, kartın talep edildiğini belirtmeli ve başvuru sahibinin fotoğrafını içermelidir. Ayrıca, yabancı devlet vatandaşı olduğunu gösteren resmi makam onaylı belgeler de başvuru sırasında sunulmalıdır.

Başvurunun yasalara uygun olması durumunda, başvuru sahibine mavi kart düzenlenir ve teslim edilir. Bu süreçte, başvuru Türkiye’deki nüfus müdürlükleri veya yurt dışındaki Türk temsilcilikleri aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Mavi kart teslimiyle birlikte süreç tamamlanır ve mavi kart sahibinin altsoyları mavi kartlılar kütüğüne kaydedilir.

Değiştirilmesi ve Kaybedilmesi

Mavi kartlar belirli durumlarda değiştirilebilir. Değişiklik talepleri, kartın kaybedilmesi, yenilenmesi, yeni kayıt veya doğum gibi sebeplere dayanabilir. Mavi kart sahipleri, bu değişiklikleri ilgili yetkililere bildirmekle yükümlüdürler. Mavi kartın geçerlilik süresiyle ilgili olarak kanunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.

Mavi Kart Sahiplerinin Çocukları

Mavi kart sahiplerinin çocukları, ebeveynlerinin başvurusuyla mavi kart sahibi olabilirler, bu durumda yasal yollar kullanılarak başvurular yapılmalıdır.

Sonuç olarak, mavi kart uygulaması, yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarının haklarını koruma ve kullanma imkanı sağlayan önemli bir belgedir. Mavi kart sahipleri Türkiye’de kalabilir, birçok haktan yararlanabilir ve belirli kısıtlamalara tabi tutulurlar. Başvuru süreci ve mavi kartın kaybedilmesi durumunda yapılması gerekenler konusunda dikkatli olmak önemlidir.

Davalarınızda ve başvurularınızda uzman avukattan yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Mavi Kart Avukatı | Mavi Kart Başvurusu


Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.

Mavi Kart
Mavi Kart – Blue Card

5510 Sayılı İş Kanunu’na Göre – İş Kazaları ve Güvenliği

İşyerlerinde meydana gelen iş kazaları, çalışanların sağlığını ve güvenliğini tehdit eden ciddi sorunlar olarak karşımıza çıkar. Türkiye’de iş kazalarıyla ilgili düzenlemeler İş Kanunu’nda yer almaktadır. 5510 sayılı İş Kanunu, işverenlerin iş sağlığı ve güvenliği konusundaki yükümlülüklerini belirlemekte ve iş kazalarının önlenmesi için çeşitli hükümler içermektedir. İş Kazaları ve İşçi Sağlığı Güvenliği: 5510 Sayılı İş Kanunu’na Göre – İş Kazaları ve Güvenliği

İş Kazası Kavramı ve Bildirim Yükümlülüğü

İş Kazaları, çalışanların işleriyle ilgili olarak meydana gelen ve ölüm, yaralanma veya hastalık sonucunu doğuran olayları ifade eder. İşverenler, işyerlerinde meydana gelen iş kazalarını en kısa sürede Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na veya ilgili sosyal güvenlik kuruluşuna bildirmekle yükümlüdür. Bildirim yükümlülüğü, işverenin iş kazalarını yetkili makamlara zamanında ileterek gerekli önlemlerin alınmasını sağlamayı amaçlar.

İşverenin İş Sağlığı ve Güvenliği Yükümlülükleri

İşverenler, iş sağlığı ve güvenliği konusunda bir dizi yükümlülüğe sahiptir. İşyerinde çalışanların sağlık ve güvenliğini korumak işverenin sorumluluğundadır. İşverenler, işyerindeki tehlikeleri belirlemeli, risk değerlendirmesi yapmalı ve alınması gereken önlemleri belirlemelidir. İşveren, çalışanların eğitimini sağlamalı, gerekli koruyucu ekipmanları temin etmeli ve çalışma koşullarını düzenlemelidir.

İşyerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu

İşveren, iş sağlığı ve güvenliği konularında çalışanların katılımını sağlamak ve işyerindeki sorunları ele almak için İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu’nu oluşturmalıdır. Kurul, işveren temsilcileri ve işçi temsilcilerinden oluşur. İşçi temsilcileri, çalışanların iş sağlığı ve güvenliğiyle ilgili konularda görüşlerini dile getirir ve çözüm önerileri sunar.

İş Kazalarının Raporlanması ve Araştırılması

İşyerinde meydana gelen iş kazaları derhal işverene veya yetkilendirilmiş bir personele bildirilmelidir. İşveren, iş kazalarını detaylı bir şekilde incelemeli ve kazanın nedenlerini araştırmalıdır. Kazaların nedenleri belirlenmeli ve benzer olayların tekrarlanmasını önlemek için önlemler alınmalıdır. İş kazalarıyla ilgili raporlar tutulmalı ve gerekli durumlarda yetkili kurumlarla paylaşılmalıdır.

Cezai ve Hukuki Yaptırımlar

İşverenler, iş sağlığı ve güvenliği yükümlülüklerini ihlal ettiklerinde cezai ve hukuki yaptırımlara tabi tutulabilirler. Kanuna göre, işverenlerin iş sağlığı ve güvenliği düzenlemelerine uymaması durumunda para cezaları uygulanabilir. Ayrıca, iş kazalarının meydana gelmesinde ihmal veya kusurun olduğu tespit edilirse, işveren hukuki sorumluluk altına girebilir ve mağdurlar tazminat talep edebilir.

Sonuç

5510 sayılı İş Kanunu, iş kazalarının önlenmesi ve çalışanların iş sağlığı ve güvenliğinin korunması amacıyla önemli hükümler içermektedir. İşverenlerin iş sağlığı ve güvenliği konusunda sorumlulukları vardır ve bu sorumluluklarını yerine getirmek zorundadırlar. İş kazalarının önlenmesi, çalışanların sağlığının korunması ve işyerlerinde güvenli bir ortamın sağlanması, işverenlerin ve çalışanların ortak sorumluluğudur.

Davalarınızda uzman iş avukatından yardım almak hukuki açıdan sizi koruyacaktır. Detaylı bilgi için Ankara/Sincan’daki Avukatlık Ofisimizi ziyaret edebilir ya da telefon numaramızdan (0312 268 34 34) bize ulaşabilirsiniz. | Sincan İş Avukatı | Ankara İşçi Davaları


Bu sitede yer alan yazılar sadece bilgilendirme amaçlıdır. Bu yazılardan kaynaklı herhangi bir sorumluluğumuz bulunmamaktadır. Sitemizdeki makale ve yazıların kopyalanarak, kaynak gösterilmeden, izinsiz bir şekilde başka yerlerde yayınlanması halinde gerekli hukuki işlemler başlatılacaktır.

0 312 268 34 34